Sevgililer günü ya da daha doğrusu Aziz Valentin’i hatırlama gününün, günümüz gereklerine uyarlanarak çoğu yerde alışveriş çılgınlığına, savurganlığa dönüştürüldüğü yine geldi. Evliler, evlenmeyi düşünenler, sevgililer veya yalnızca bir günlüğüne kendisine hediye alınmasını isteyen kaz yolucular için önemli bir gün. Böyle bir günde kadınınıza pahalı bir hediye almayacaksınız da ne yapacaksınız? Üstelik yerel bir şey değil, tüm dünyada takip ediliyor ve sevginize kanıt oluşturabileceğiniz nadir zamanlardan biri, değil mi?
Değil.
Bu yazıda, pırlantanın ve pırlanta taklitlerinin -veya daha kapsamlı bir söyleyişle güç, para vb. maddi şeylerin- kalıcılık getiren gerçek birlikteliklerin arasına “kalıcılık” (A diamond is forever!) yalanıyla sokulan çoğu zaman çürük, yapay ve geçici şeylerden biri olduğunu göstermeye çalışacağız.
Pırlantanın ne olduğunu ve ne ifade ettiğini tüm bu kargaşayı oluşturan şirketin yöneticilerinden birinin ağzından kısaca özetleyelim: “Pırlantalar doldurdukları derin ruhsal boşluk dışında aslında değersizdirler.”[1] Aklı başında çiftlerin yapmaları gereken o doldurduğu ruhsal boşluğun ne olduğu, aslında ne ile dolması gerektiğini bulmak ve hayatımızı ona göre düzenlemektir. Gerçekte bu ihtiyacı ne ile tatmin etmemiz gerektiğini bulduğumuzda, kapitalizmin ve feminizmin bize öğrettiği karşılıksız talep etme ve sınırsız tüketme davranışının bize neye mal olduğunu daha iyi anlayacağız.
Tüketim Kültürü
Bazı konularda dupduru gerçeği görmek için çaba harcamamız gerekebiliyor. Bilinçsiz bir şekilde, hayatımızdaki bazı anlamsızlıklarının yerini doldurmak için yapılan tüketim de günümüzde o konulardan biri haline geldi.[2] Günümüzde yaşadığımız mal bolluğu nice uygarlıkların maddi varlıkla şımarma nedeniyle yok oldukları gerçeğini bize unutturuyor. Fosil yakıtların körüklediği bolluk ile şımaran modern insan, hiçbir yüce değer tanımayan hazcılığın ve maddeciliğin tüm köşe başlarını tutmuş olduğunu görmek konusunda zorlanıyor ya da görmek istemiyor. Her sabah gözlerini açtığında eğer tamamen uyuşmamış ise hissedebileceği boşluğu ve anlamsızlığı, ihtiyaç duymadığı şeyleri hayatına daha da fazla doldurup gidermeye çalışıyor. Hediye tutkusu da sürekli kendisiyle doldur-boşalt yapılan kurusıkılardan biridir.
Günümüzde “ihtiyaç” olarak anılan şeyler gerçekçi nedenlerden neredeyse tamamen ayrılmış durumda. Herkes zevk içinde, üstelik gittikçe bayağılaşan zevkler içinde neredeyse boğulmak istiyor. Hafta sonu AVM’ye koşanların sayısı durmadan artarken sergi salonunun, tiyatronun, müzenin, kütüphanenin, satranç kulübünün yolunu tutanlar azalıyor. Büyük kentlerin çarşılarında farklı işler yapan pek çok dükkanın, kitapçıların, yararlı ürünler satan yerlerin kapanıp yerlerine lokanta açıldığının kaç kişi farkında?
Amaç sığır gibi yiyip içip semirmek olunca hesabını bilmek, geleceği tasarlamak, yaşamı iyileştirmek gibi ülküler olmuyor tabi. Yaşamı iyileştirmek dediğinizde günümüz genç kızının anladığı, basının ve reklamların ona öğrettiği şeydir: Çok para kazanmak, en iyi mal ve hizmetleri tüketmek. Ufuk bu. Böyle olunca ne bankaya, şirketlere köle olmaktan çekiniyor, ne kendi doğrularını arıyor, ne de yaşamına maddenin ötesinde bir anlam vermeye çalışıyor.
Pırlantanın Tarihi
Öncelikle elmas /pırlanta nedir biraz ondan bahsedelim. Sonra da pırlantanın günümüze dek uzanan hayat öyküsüne geçeceğiz. Sözlük anlamı olarak elmas “çok sert bir taş olan ve doğada genellikle renksiz ve saydam olarak bulunan arı karbon” anlamına geliyor. Pırlanta ise “birkaç yüzü olacak biçimde yontulmuş ve foyasız parlak elmas” anlamına geliyor. Bilimsel açıdan baktığımızda elmas /pırlanta, karbon elementinin bir allotropudur. Karbon elementinin diğer bir allotropu ise grafittir, yani kurşun kalemlerimizin ucunda bulunan, kağıda iz bırakan madde. Bu akrabalık durumu sentetik elmas denilen elmas çeşidini beraberinde getirmiştir. Mesela grafit, çok yüksek atmosfer basıncı ve sıcaklık altında elmasa dönüşebilmektedir.
İlk başlarda yalnızca Hindistan’daki bazı nehir yataklarında ve Brezilya ormanlarında çıkarılan nadir bir madde olan elmas, 1870 yılında Güney Afrika’da bulunan madenler sonrasında tüm piyasayı dolduracak kadar bolluğa ulaştı. Buradaki elmasların çıkarılmasını üstlenen İngiliz sömürgeciler çıkarılan elmasların asıl değerlerinin çok az olduğunu görmüş, bu bolluktaki elmasların değerinin neredeyse tamamen piyasadaki kıtlık durumuna bağlı olduklarını çok erken fark etmişlerdi.
1870’li yıllarda Güney Afrika’da bulunan madenlerdeki elmas bolluğunun, elmasın değerini düşürmesini engellemek gerekiyordu. Bunu yapmak için elmas üretim ve dağıtım işlerinin tekelleştirilmesi şarttı. Bu sayede piyasada istedikleri zaman yapay bir elmas kıtlığı oluşturabilecek, elmas fiyatlarını istedikleri gibi belirleyebileceklerdi. Bunu yapabilmek için devreye 1887 yılında Rothschild ailesi tarafından finanse edilen[3] ve İngiltere’nin dünyayı sömürmesine yardım eden, Rodezya’ya adını veren işadamı Cecil Rhodes’in kurduğu De Beers firması giriyordu. Rhodes, Afrika’ya henüz 18 yaşındayken gelmişti. Buradaki su basmış madenlere, buharla çalışan su pompaları satarak işe başlamıştı. Dönemin küçük madencileri, bir yerden sonra su basıp duran madenlerini temizlemek için kullandıkları pompalara para yetiştiremez bir hale geldiler. Bunun sonucunda ise madenlerini Rhodes’e sattılar.[4]
Rhodes’in, Rothschild ailesinin finansal desteği ile kurduğu De Beers, tüm elmas piyasasını kontrolüne almış, arzı ve talebi ve bunun sonucu olarak da elmas fiyatlarını istediği gibi belirleyebilen bir tekel durumuna gelmişti. Zaman içerisinde şirket Londra’da “Diamond Trading Company“, İsrail’de “The Syndicate“, Avrupa’da ise “Central Selling Organization” adı altında tüm satış işlemlerini tekel olarak gerçekleştirecekti. 1902 yılında, o zamana dek hiç evlenmemiş olan Rhodes öldüğünde kurduğu şirket elmas üretimi ve dağıtımı konusunda piyasanın %90’ını kontrol eder hale gelmişti.[5]
1927 yılına gelindiğinde Alman Yahudisi Ernest Oppenheimer (kendisi aynı zamanda daha sonra De Beers’in büyük bir kısmını satın alacak olan, J.P. Morgan tarafından finanse edilen Anglo American şirketinin de kurucusudur) şirketin yönetimine katıldı. Şirket esas “başarısını” Oppenheimer’ın zamanında elde etti. Şirket bu sırada elmas üreticileri ve alıcıları ile özel sözleşmeler imzaladı, bunun sonucunda De Beers dışında bir şirketin elmas üretimi ve dağıtımı yapabilmesi neredeyse imkansız bir hale geldi. Bu ise elmas fiyatlarını diledikleri gibi kontrol edebilecekleri anlamına geliyordu.
De Beers’in yaptığı tek önemli iş elmas fiyatlarını kendi istediği gibi belirleyebilmek değildi. De Beers’in esas önemli işi, bu bolluktaki elmasları sanayi dışında da kullanılacak ve sürekli ihtiyaç duyulacak bir ürün haline getirmek oldu. Bunu da elmasları /pırlantaları servetin, gücün ve sevginin sembolü haline getirerek gerçekleştirdi. Bunu modern yaşamın afyonu olan reklam sayesinde başardı. Elmasların ezici bir çoğunluğunun kendi başlarına olduklarında hiçbir değeri yoktu. Satılacak olan şey elmas değil, bir fikirdi ve De Beers bu fikrin ne olduğunu bulmuştu.
Pırlanta Nasıl Sevginin (!) Kanıtı Oldu?
1938 yılında, Ernest Oppenheimer’ın oğlu olan Harry Oppenheimer, New York’daki bir reklam ajansı olan N.W. Ayer ile görüşmeye gitti. Amerika, sevgisini pırlanta ile ifade etmeyi kabullenecek bir yığın insan, De Beers’in depoları ise elmas stoku ile doluydu. Yaşamına reklamlara göre yöne veren yığınların kafasına “sevginin” ve sürekli bir evliliğin kanıtının pırlanta olduğu sokulacaktı. N.W. Ayer, yaptığı saha araştırması sonucunda iyi yönetilecek bir reklamın, pırlanta satışlarına ciddi olarak etki edebileceği öngördü. N.W. Ayer, hedefledikleri değişimi gerçekleştirebilmek için insanların kafasında pırlantalar ile sevgi arasında bir bağın kurulmasının zorunlu olduğunu tespit etmişti. Evlilik yüzüklerini alanların %90’ı erkek olduğu için, erkeklerin beynine pırlantanın sevginin kanıtı olduğu telkin edilecekti. Pırlanta ne kadar büyükse, “sevgi” de o kadar içten ve büyük olacaktı. Genç kadınlar ise pırlantayı evliliklerinin vazgeçilmez bir parçası olarak görmelilerdi.
N.W. Ayer, çeşitli bu reklam çalışması boyunca halka ulaşabileceği her yerde ünlülerin sevdiklerine verdikleri pırlantaları sürekli olarak vurguladı. O dönemde çoğu fotoğraf, parlak bir pırlanta takan kadınların ellerine odaklanıyordu. Dahası, Queen Elizabeth bile bu çalışmanın içerisindeydi. Herkese duyurulan bir Afrika gezisi düzenleyen Elizabeth, Oppenheimer’dan hediye edilen bir pırlantayı göstere göstere kabul ediyordu.
Bir diğer örnek ise Picasso, Derain, Dali gibi sanatçıların tanınan resimlerini kullanarak çeşitli seçkin dergilere reklamlar verilmesiydi. Bu sayede pırlantaların da bu resimler gibi eşsiz olduğu fikrini aşılamaya çalışılmıştı.
Yapılan reklam çalışmaları sayesinde Amerikan halkı yavaş yavaş sevgilerinin büyüklüğünün, evlilik için alacakları pırlantanın büyüklüğü ile doğru orantılı olduğuna inanmaya başlamıştı. Şirket, filmlere ve televizyon programlarına ürün yerleştiriyor, radyo programlarında elmas modası hakkında konuşmalar yaptırıyor, ünlülerin pırlanta ile nişanlandıklarını gösteren fotoğrafları yayıyor, filmlerin senaryolarına pırlantaların özendirildiği sahneler ekletiyordu. Hatta bunlarla kalmıyor, kuyumcuları özellikle genç kitleye erişebilmek adına liselere konuşma yapmaya gönderiyor, oradaki genç kız ve erkeklerin akıllarına pırlantanın evlilikteki önemini sokuyordu. Tüm bunların sonucunda 1941 yılına gelindiğinde pırlanta satışlarında 1938 yılına göre %55 oranında artış göstermişti. N. W. Ayer, yaptığı bu reklamların yeni bir reklam biçimi olduğunu söylüyordu. Ortada pazarlanan bir ürün yoktu. Bir marka ismi de yoktu. Yapılan şey, sonsuz bir sevginin pırlanta ile bağlantısının kurulmasıydı. Bunun yapılması kitleleri elmas satın almaya ikna etmeye yetmişti.
1947 yılına gelindiğinde De Beers ve N.W. Ayer’in elde ettiği bu olumlu (!) sonuç, şirketi pırlantanın psikolojik gerekliliği konusunda daha fazla reklam yapmaya itti. Bu konuda şirketin ihtiyaç duyduğu slogan, N.W. Ayer firmasında çalışan Mary Frances Gerety ve Dorothy Dignam tarafından “A diamond is forever” olarak icat edildi. İşin ilginç taraflarından biri, bu iki hanımın hiç evlenmemiş olmasıydı.[6] Belki de bu yüzden sevginin gerçek göstergesini tespit etmek konusunda bu denli şaşkınlığa düştüler! Bir diğer ilginç taraf ise, bu sloganın aslında sevginin sonsuzluğunu değil, pırlantanın ikinci kez satılmamasını istiyor olmasıydı. Çünkü altın takılardan farklı olarak pırlanta satılmaya çalışıldığında değeri yoktu ve çiftlerin bunun farkına varmamaları gerekiyordu. Ayrıca, satıldıklarında piyasadaki elmas sayısı artacak, bu da elmasların fiyatlarını iyice düşürecekti. Bunun olmaması için pırlantanın çok değerli olduğu, aile hatırası olduğu gibi yalanlar sürekli beyinlere işlendi. Bu slogan günümüzde kullanılan pırlanta yüzüklerinin çıkış noktasıydı.[7]
Bunun öncesinde Amerikalıların çoğu pırlanta alımını savurganlık olarak görüyordu. Kadınlar kendilerine hediye olarak işe yarar şeyler, çamaşır makinası veya otomobil istiyorlardı. Bu slogan bu rasyonel davranışı değiştiren etkenin ta kendisiydi. 1929-1939 yılları arasında yaşanan Büyük Buhran elmas satışlarını da olumsuz etkilemişti. Fakat bu yeni slogan, şirketin elmas satışlarını yeniden arttırdı. Bu reklam başlığı daha sonrasında şirketin mottosu haline geldi. 1948’den beri şirketin hemen hemen her reklamında kullanılan bu slogan günümüzde bile kullanılmaya devam ediyor. Reklamların aptallaştırıcı etkisini hafife almamak gerekiyor. Bu ve benzeri reklamlar kahvenin ve sigaranın satışlarının patlamasında da çok işe yaramıştı. Tanık olmak isteyen Amerika’da kahvenin ve sigaranın satışlarının patladığı zamanları araştırarak işe başlayabilir.[8]
De Beers ve reklam şirketinin çalışmalarına bir diğer örnek de “Erkekler Sarışın Sever” filminde görülebilir. Bu filmde Marilyn Monroe’ya örtülü reklam olarak söyletilen şarkı aslında her şeyin özeti gibi. Bu şarkının ne kadar çok insanı etkilediğini hayal edebiliyor musunuz? Sözlere dikkat: “Diamonds, I don’t mean rhinestones but diamonds are a girl’s best, best friend!” (Ah elmaslar, elmaslar! Yapay olanlardan değil gerçek olanlardan bahsediyorum! Yani bir kızın en iyi dostlarından!)
Tüm bunların sonucunda ABD’de 1939’da 23 milyon dolar elmas satışı gerçekleştiren şirket, 1979’a gelindiğinde bu rakamı 2.1 milyar dolara çıkartmıştı. Amerika ele geçirilmiş, artık dışa açılmanın zamanı gelmişti.
1960’lı yıllarda Amerika’yı tamamen ele geçirmiş olan şirket, rotasını Japonya, Almanya ve Brezilya gibi ülkelere çevirdi. De Beers, Amerika dışındaki ülkeler için J. Walter Thompson şirketi ile anlaştı. Japonya’da, feodal devrimlerden, Amerika işgalinden, dünya savaşlarında ve sanayileşme sürecinden geçmiş olmasına rağmen hiçbir zaman çoğunluk, evlilik için pırlanta kullanmamıştı. Japonya’nın gelenekleri Batılı tarzda bir evliliğe göre çok farklıydı. Japonya’da günümüzde de birçok konuda karşınıza çıktığı gibi evlilik de bir zamanlar Türkiye’de olduğu gibi güvenilir aracılar sayesinde gerçekleşiyordu. Tüm süreç Şintoizm kurallarına uygun olarak yaşanıyordu. Romantizm, evlilik öncesi ilişki, cilveleşme gibi şeyler Japonya’da nadirdi. Fakat bunlar reklam şirketleri için engel değildi. İşe başladıklarında, 1967 yılında evliliklerinde pırlanta yüzük kullanan Japon çiftler %5’den daha küçük bir dilimi temsil ediyordu. Bu ülkeyi hedef tahtasına koyan De Beers ve J. Walter Thompson, ilk başta pırlantaları “modern batı değerlerinin göstergesi” adı altında pazarlayarak Japonların Batı hayranı olan yoz kesimi arasında yaymaya başladı. Devamında magazin dergilerine Batılı kıyafetler içerisinde ellerinde parlak pırlantalar takan kadın fotoğrafları yerleştirdi. Mesaj açık değil mi? “Artık modernlik var. Eğer siz de modern olmak istiyorsanız, bizim gibi olun!” 1981 yılında gelindiğinde De Beers yaptığı reklam çalışmalarıyla bu dilimi neredeyse %60’a çıkarttı. Bunun sonucunda o yıllarda Japonya, ABD’den sonra en büyük elmas tüketici ülke konumuna geldi.
O günlerde Japonya’da gerçekleşen değişim günümüzde özellikle Çin ve Hindistan’da görülüyor. Ee, 2 milyar 725 milyon nüfustan bahsediyoruz, boş bırakılır mı? Aşağıdaki iki veriyi inceleyiniz. Toplumların değer yargılarını etkileyen bu şirketler, benzer şeyleri birçok alanda bizim toplumumuzda da yapıyorlar. Mesela eski Türk evlilik gelenekleri hakkında ne kadar bilgimiz var? Eskiden Türkler nasıl evleniyorlardı biliyor muyuz? Yeni kuşağa kültürün, geleneğin, törenin tü-kaka şeyler olduğu ve bunlardan boşalan yerin Batılı doğrularla, modernizmle doldurulabileceği yalanı söyleniyor. Bu yalan imalar ve örtülü mesajlar yoluyla geliyor elbette. İnsan doğasıdır, “elindekini ver” derseniz vermez. Ona bir şey verdiğinize ikna ederseniz o elindekini kendi bırakacaktır. Tıpkı feminizmin “özgürlük” verme vaadiyle kadınları ahlaktan vazgeçmeye ikna ettiği gibi.
Kültürünüzü, yani toplumsal yaşam birikiminizi yitirmeniz demek, benliğinizi de yitirmeniz demektir. Tüm dünyada yalnızca bir “evrensel” kültür olduğunu dayatan bu insanların, ileride bunu ne için kullanacaklarını kestirebiliyor musunuz? Bugün kendi kültürünü kaybeden Japonya, kiralık aile, kiralık dost gibi yamalarla toplumunu ayakta tutmaya çalışıyor, haberiniz var mı? Sevginin parayla ölçülebileceğine, bir kadınla bir erkeğin birlikteliğinin maddi alışverişten öteye gitmediğine inandırılan ve yapayalnız kalan Japonlar, kendilerine para ile kısa süreli sahte aileler, arkadaşlar ediniyorlar. O da olmayınca intihar ediyorlar.
1980’lerde ise N.W. Ayer, yine bir reklam çalışması ile tekrar gündeme geldi. Bu defa “2 aylık maaşınız, ömür boyu sürecek bir şey için çok mu sanki?” diyerek insanları gütmeye devam ettiler. Hatta bu reklamı 1930’un sonlarında “Bir aylık maaşınız ömür boyu sürecek bir şey için çok mu?” diye başlatmışlardı. Bu reklamın kullandığı cümle bugün ABD’de halen daha geçerlidir. İstatistikler o günlerden bu güne Amerika’daki evli kalma sürelerinin azaldığını gösteriyor. Görünüşe göre 2 aylık maaş, ömür boyu sürecek bir şey getiremiyor. Bu durumun huzur getirmeyeceğine kanıt zaten gereksizdir. Evlendiğinde evini baştan sona kadar döşemiş olan çiftler daha beş yılını doldurmadan boşanıyorlar. Feminizm tanrısına hamdolsun, artık ülkemiz de bu düzeye erişti ve TÜİK’e göre bugün evlenenlerin kabaca yarısı beş yıl içinde boşanacak.
Şirketin reklamlarıyla ilgili ilginç bir şey daha ekleyeyim. Sovyet Rusya’nın Sibirya’sında elmas madenleri bulunduğunda Sovyet Rusya ile gizli anlaşma yapıp elmasları yine kendi üzerinden satan De Beers, reklam ajansından insanları küçük elmaslara yönlendirmesini istemişti. Çünkü bu madenlerden çıkan elmaslar diğerlerine göre daha küçüklerdi. N.W. Ayer hemen reklamlardaki büyük pırlantalı yüzükleri daha küçükleriyle değiştirdi. Bu yeni küçük pırlantaları “evliliğin hala canlı olduğunun bir belgesi” olarak insanlara kabul ettirdi. Zaten evli olan erkekler bu küçük pırlantaları alıp kadınlarına olan sevgilerinin “hala capcanlı” olduğunu kanıtlıyorlardı. Bu reklam çalışmasının sonunda 1930’larda bir karat olan ortalama pırlanta boyları, 1976’da 0.28 karata düşmüştü. Utanmadan yıllarca büyük elmas, büyük sevgi diye güttükleri insanlara bu defa Sovyet Rusya madenlerinden çıkardıkları küçük elmasları satmak için “aslında büyüklüğü önemli değildir, parlaklığı, rengi ve kesimi daha da önemlidir” diye reklam yaptılar yani. Artık küçük bir elmas da en az büyük bir elmas kadar mükemmelliği temsil edecekti. Daha da komiği var, bir süre sonra bu stratejinin şirkete zarar getireceğini gördüklerinde ne yaptılar dersiniz? Büyük tek taşların tercih edilmesini tekrar arttırmak için başka bir reklam başlattılar. Toplum bir kez sığırlaşmaya görsün, reklam ve propagandayla artık herhangi bir şeye inandırılabilir.
De Beers 1980’li yıllarda, o güne kadar özellikle erkeklerin pırlanta almasını beyinlere yerleştirmek için yaptığı reklamlara benzer bir reklam çalışması da kadınlar için başlatmıştı. Bu sayede pırlanta satışlarını ikiye katlamayı umuyordu fakat başarılı olamadı. Evet, doğru tahmin ettiniz. Kadınları erkeklere pırlanta alma konusunda ikna etmek için çalışma yaptılar. Fakat görünüşe göre çeşitli sebeplerden (!) ötürü kadınlar bu fikri pek çekici bulmamışlar. Hay Allah, kadınlar eşitlik istemiyorlar mıydı yahu?
Günümüzde ise şirket eskisi kadar tekel bir konumda değil. 21. yüzyılda De Beers’in tekelinden kurtulmak isteyen ülkeler ve şirketler yeni bulunan madenlerle birlikte kendi elmas stoklarını oluşturmaya başladılar. Bunun sonucunda ise firma elmas piyasasını kontrol etme üzerine kurulu olan stratejisini zorunlu olarak diğer firmalarla rekabet etmeye yönelik değiştirmek zorunda kaldı. Alışveriş merkezlerindeki pırlanta mağazalarına gidip yaptığımız konuşmalarda şimdiye kadar De Beers dışında bir firmadan pırlanta alan bir yere rastlamadık. Fakat yine de rakamlar De Beers’in eski gücünü kaybettiğini gösteriyor.[9]
İşte tüm bu sürecin sonunda sanayide kullanılacak olsa 2-30 dolar arasında satılacak olan pırlantalar, bugün siz “sevginizi” en güzel, en kuşkusuz bir şekilde gösterin diye binlerle satılıyor. Reklamın başarısına bakar mısınız? Daha büyüğü demek daha da büyük sevgi demek. Daha büyüğü demek daha da çok boşa akıtılan binler demek. Karınızı gerçekten seviyorsanız ve bu dayatmanın da etkisi altındaysanız ister istemez daha büyüğünü almak istiyorsunuz. Ne yani, biricik kadınınız için birkaç bin lira veremeyecek misiniz?.. İşin garip yanı, pırlantayı alıp kuyumcunun kapısından çıkar çıkmaz aldığınız fiyatın yarısından fazlası kadar değerini yitirmiş oluyor. Piyasayı ele geçirmeye çalışan büyük şirketleri yok sayarsak, kuyumcuların pırlantaları geri almayı kabul etmiyor oluşunun bir nedeni de bu olsa gerek. Kulağa komik geliyor. Bu durumda sevginiz de yarıdan fazla azalmış mı oluyor acaba? Yoksa sevginin ne olduğunu bilmediğinizi mi fark ettiniz acaba?
Tüm bu bilgilerin ışığında artık şunu söyleyebilir olmamız gerekiyor. 1930’ların sonundan beri sığırlaşmış tüketim toplumlarında pırlanta bir erkeğin kadınına olan sevgisinin vazgeçilmez simgesi olarak kabul ediliyor. Fakat, gerçekten simgesi olduğu için değil; De Beers böyle istediği için! İkinci Dünya Savaşı sırasında bile Amerika’daki nişan yüzüklerinin yalnızca %10’u elmas /pırlanta içeriyordu.[10] 20.yy’ın sonunda ise bu %80’e çıktı. Yalan üzerine kurulu reklamlar ile insanlara pırlanta almanın gerekliliği kabul ettirilince son 20-30 yılda çıkarılan elmas miktarı, 1993 yılına kadar çıkarılan elmastan kat kat daha fazla olmuş duruma geldi. Aşağıdaki grafiğe bakınız.
Yatırım olsun, eşime mehir olur diye alıyorsanız bile yanlış yapıyorsunuz çünkü altının tersine pırlanta yatırım amaçlı olsa bile renkli olanları hariç bir işe yaramıyor. Renkli olanları da zaten siz biz alamıyoruz. Belki bu krallığı yönetenler evlerinde süs eşyası olarak saklıyor veya bankalarının güvenli kasalarında yığıyorlar. Diğerlerini de herhalde bir işe yaramadıkları için, yine hiçbir işe yaramayan sahte sevgilerini ifade etsinler diye insanlara satıyorlar. Sevginizin ifadesi sandığınız şey, teorik olarak aslında hiçbir işe yaramayan sıkıştırılmış kömürdür. Günümüz uygarlığında yetişen insanların -özellikle de Batı tarafında olanların- birbirleri arası ilişkilerde tamamen çuvallamaya doğru gittiğini, birbirlerini sevmek konusunda şaşılacak derecedeki başarısızlığını da göz önüne alırsak, birbirlerine pırlanta vererek veya pırlanta talep ederek değer verdiklerini ispatlamaya çalışmaları pek de garip gelmiyor.
İşin bir de çocuk köleler, İsrail’deki banka krizi, De Beers’in sözlükte elmasın tanımını değiştirmek için uğraşları gibi alt başlıkları var fakat arif olana bu kadarı yeter de artar bile. Yine de eğer bu kadar bilgi sizi ikna etmiyorsa, dilerseniz çocuk köleler ile ilgili kısmını da siz araştırın, “kölelik kaldırıldı” diyen cahillerden olmayın.[11] Feministlere eski dünyada “kadının erkeğe köle olduğunu” söyleme cüreti veren bu derin cahilliktir.
Nadir ve narin olan şeyin pırlanta değil,[12] birbirinize karşı beslediğiniz sevgi olduğunu unutmayın. Her parmakta bir pırlanta görmek, her yürekte sevgi görmekten daha kolaydır. Çünkü birini elde etmek basittir, en aşağılık, en sevgisiz kişi bile pırlanta satın alabilir.
“Gerçek sevgiyi pırlantayla taçlandırma” gibi kurnazca kelime oyunlarına gelmeyin. Gerçek sevgi don-gömlek, kuru ekmektir. Ona asla pırlanta verme ki senin sevgine layık olup olmadığını anlayasın. Gidecekse erkenden gitsin. Ondan asla pırlanta kabul etme ki seni sevmediği gerçeğini perdeleyecek bir şeyi olmasın. Sevgi madde değildir. Sözcüklere de sığmaz. Noter sözleşmesi imzalar gibi, komutana tekmil veren er gibi belli aralıklarla birbirinden bildirim bekleyen şaşkınların sevgisi sözcüklere sığacak kadar adi ve bayağıdır. Sevgi ağızdan değil, elden akar. Elinin yaptığıdır, emeğindir, sabrındır. De Beers’e ödediğin vergi olsa olsa senin salaklığının kanıtı olur.
Sevgi kölelik değildir. Asla onun önünde diz çökme. Diz çökmedin diye gidecekse kendi gibi aşağılık birini arıyordur o, bırak gitsin. Asla önünde diz çökmesine izin verme. Önünde diz çöküyorsa hemen terk et çünkü senin önünde onurunu yerle bir ettiği o anın karşılığını tahsil edeceği fırsatı kollayacaktır. Gerçek sevgi onurdan, haysiyetten ödün vermeni gerektirmez. Seven kişi ne eğilir, ne de başkasının onun önünde eğilmesine razı gelir.
“Bu mudur yani?”
Aslında konu pırlanta değil. Konu her geçen gün sinsice beyinlerimize yerleştirilen her şeyin değerinin para/güç ile ölçülecek olduğu yanılgısının ayırdına varmak ve bundan temizlenmektir. Pırlantanın aşağılık bir tezgah olduğunun farkına varmak kişiyi bu yola çıkaran bir ilk adım olabilir. Ayın 14’ünde feminist sitelerde, feminist yazarların köşelerinde şöyle bir gezinin ve pırlanta aldatmacasıyla hiçbir kavgaları olmadığına uyanın. Erkeği kadına köle edecek bir mekanizma varsa feminizm buna direnmek şöyle dursun yardım ve yataklık eder.
Arama sitelerine “kadının güçlendirilmesi” diye yazın ve feminizmin derdinin asla iyilik, adalet, mutluluk olmadığını gözünüzle görün. “Özgür, güçlü, bağımsız” derler. “Ekonomik özgürlük”ten kasıtları aslında diledikleri an kocalarını terk edebilme olanağıdır. #Cesaretinyeter derler; sök al, acıma mesajıdır. “Kızlar kariyer yapsın” derler, erkekten çok para kazansın diye. Vurgu hep güçtedir, paradadır. Yaşamın bitmek bilmeyen bir boğuşma ama iyi kötü ayırt etmeden herkesle boğuşma olduğuna inandırmak isteyenler kadınları erkeklerle rekabet etmeye yöneltiyor. Bu şekilde beyni yıkanmış kadının sağlıklı bir birliktelik yaşaması olanaksızdır. Bu kadınlar nefretten başka hiçbir şey üretmeyecekler. Ne bir ekonomik üretim gerçekleştirecekler, ne de ahlaklı çocuklar yetiştirecekler. Ne de kendi adlarına ve kendi akıllarıyla düşünmeyi öğrenecekler. Çünkü reklamla, propagandayla, bir avuç Soros ve AB köpeğinin marifetiyle koyun gibi kolayca güdülüyorlar. Kene gibi toplumun kanını emecek, üzerinde durduğumuz kültürel mirası ateşe verecekler. Bu şekilde beyni yıkanmış kadın ve erkeklerin derhal uyarılmaları, uyarıya olumlu yanıt vermeyenlerin yalnız bırakılmaları, bunların sayılarının çoğalmaması için de feminist propagandaya bir son verilmesi gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin gördüğü en feminist hükümet olan bugünkü hükümet bunu yapmayacaktır. Bu ancak bir halk girişimiyle, gönüllü bir çabayla başarılabilir. Özsaygısı olan kadınlar ve erkekler feminizm karşıtı bir sivil toplum çalışması başlatmalılar.
Dipnotlar
[1] Nicky Oppenheimer (DeBeers’in patronu): “Diamonds are intrinsically worthless, except for the deep psychological need they fill.”
[2] Görmek isteyen için bencilce tüketme üzerine kurulu bir uygarlığın çökeceği gerçeği her yerden karşımıza çıkıyor. Çeşitli örneklerini görmek isteyen için internet bir bilgi denizi sunuyor.
https://cokus.wordpress.com/2009/05/27/kesisen-yollar-ekonomi-ekoloji-enerji/
https://www.resilience.org/stories/2018-12-17/the-big-picture/
https://www.rubiconglobal.com/blog-statistics-trash-recycling/
Feminist fikir önderleri zaten amaçlarının uygarlığı çökertmek olduğunu kitaplarında açık ediyorlar, kaç kişi farkında?
[3] Rothschild Arşivi https://www.rothschildarchive.org/exhibitions/timeline/
[4] NY Times –Why a diamond cartel is forever? https://www.nytimes.com/1986/09/07/business/why-a-diamond-cartel-is-forever.html
[5] The Atlantic – Have You Ever Tried to Sell a Diamond? https://www.theatlantic.com/magazine/archive/1982/02/have-you-ever-tried-to-sell-a-diamond/304575/
[6] Diamonds: Are they worth the conflict? https://rampages.us/materials/2015/11/24/diamonds-are-they-worth-the-conflict/
[7] Forever Diamonds https://www.gemnation.com/base?processor=getPage&pageName=forever_diamonds_1
[8] Örnekler için: https://www.thedrum.com/topics/marketing-moments
[9] https://www.bain.com/contentassets/a53a9fa8bf5247a3b7bb0b10561510c2/bain_diamond_report_2018.pdf
[10] https://www.bbc.com/news/magazine-27371208
[11] http://time.com/blood-diamonds/
http://www.idexonline.com/FullArticle?id=32952
https://simplebooklet.com/publish.php?wpKey=Sf0vInFrxoDrnH8Pm8hk9Q#page=0
http://www.sparkle.plus.com/dbmines2.html
https://www.amnesty.org/download/Documents/AFR1924942015ENGLISH.PDF
https://factfile.org/10-facts-about-child-labor-in-africa
https://africaupclose.wilsoncenter.org/child-labor-in-african-mines-where-are-we-now/
http://humantraffickingsearch.org/forced-child-labor-in-the-mining-industry/
https://www.dw.com/en/the-curse-of-the-diamond-battling-child-labor-and-corruption/av-17343639
https://www.voanews.com/a/a-13-2009-05-01-voa24-68786967/411115.html
https://www.brilliantearth.com/conflict-diamond-child-labor/
http://www.sparkle.plus.com/children.html
Vesaire…
Ne o? “Bana olan sevgin birkaç çocuk kölenin sefaletinden daha mı az şiddetli?” sorusunu duymaktan mı korkuyorsun? O zaman bir daha ağzını açıp da sevgi, vicdan, adalet, iyilik, insan hakları, eşitlik, özgürlük, Allah sözcüklerini ağzına alma.
[12] https://edition.cnn.com/style/article/diamonds-under-earth-surface-trnd-style/index.html Bu habere göre dünyanın altında trilyon tonlarca elmas var. Aslında birtakım paraya ve güce doymaz şaşkınlar bu elmasların ederi değere satılmasına izin verseler, gerçekten hoş bir süs eşyası olabilirler. Fakat dünyada bu kadar çok bulunan bu parlak kömürü öyle ucuza bırakmaya niyetleri yok gibi gözüküyor. Ayrıca vurucu bir veri olarak, Güney Afrika’da bulunan madenlerden bu yana geçen zamanda 4.5 milyar karattan fazla elmas çıkarıldı. Kaba bir hesapla bu dünya üzerindeki 7.5 milyar insanın her birine yarım karatlık bir elmas vermeye yetiyor. Hatta artıyor bile. Nadir sanılmalarının tek sebebi, talebin arzı geçiyor olması ve bunun hep bu şekilde kontrollü devam ettirilmesi. Yani çoğunu depolayıp istedikleri kadarını arz edip, fiyatları istedikleri şekilde belirliyorlar.
Tufan
Yazının doğrulama haberi gibi olmuş: https://veryansintv.com/tektas-yerine-buzagiyi-secti-ciftlik-sahibi-oldu/
Furkan ÜNLÜTÜRK
Ellerine sağlık çok güzel bir yazı olmuş. Nerdeyse tamamen katılıyorum.
auriel
sizin ellerinizden öpesim geldi bu kadar mı güzel araştırılır nolur yolunuzdan dönmeyin
Hayri
https://drceylanozdem.wordpress.com/2019/09/12/dugun-masraflari-evliliklere-nasil-yansiyacak/