Genel

Büyük Resmi Görmek

70’lerin Yeşilçam filmleri, özellikle yoksul karakterleri olanları ve turistik Akdeniz kasabalarında geçenleri izleyin. Ayşecik filmlerini izleyin ve ne kadar evrensel (!) yani yabancı olduğunu görün. Bu filmlerde yoksul tipi sokaktaki yoksula, işçi gerçek işçiye, ev gerçek eve benzemez, balıkçı buzuki çalar, serseri ve gangster Hollywood filmlerinden çıkmış gibidir. Yöresel ağızlar ve gelenekler hep yanlıştır. Her köy düğünü aynıdır ve öyle bir köy düğünü yoktur. 1990’lara kadar doğru dürüst tek bir köy filmi çekilmemiştir. İstanbul’dan dışarı çıktığında bile balonunda kalan senarist ve yönetmenlerin ürünüdür bunlar. Cüneyt Arkın’ın Üç Kağıtçılar filminde Zonguldaklılar Doğu Karadeniz ağzıyla konuşurlar, yönetmen ve senarist ülkeye bu kadar yabancıdır. Altın Portakal’da ödül almış filmleri tek tek izleyin ve halka ne kadar yabancı olduklarını, taşranın ne kadar yanlış temsil edildiğine dikkat edin. Barış Manço’nun Baba Bizi Eversene’sini izleyin. Bu filmin halk sinemalarında izleneceği ve beğenileceği beklentisinin varlığı bile düşündürücüdür.

Bunların üstüne Kadının Adı Yok filmini izlediğinizde artık meselenin kadın hakları falan değil bambaşka bir şey olduğuna ayabilirsiniz. Öyküsü anlatılan çevre halka bütünüyle yabancı, balon içinde yaşayan bir azınlıktır. İstanbullu zengin aileden iş adamı, reklamcılar, üçlü ilişkiyi “medeni” olarak yaşayan geniş insanlar… Filmde bir de solcu geçmişi nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda kalan bir tip var ki o da kendince ülkeye hizmet etmeye çalışmış ama halkını anlamadığı için, yine kurtuluşu ithal ve uyumsuz fikirlerde aradığı için başarısız olmuştur. Hayır, senaryo ve senaryonun dayandırıldığı Duygu Asena’nın romanı bunların farkında değil. Onlar meseleyi kadın sorunu sanıyorlar. Oysa mesele elin yaşam biçimiyle gerdeğe girmeye çalışmaktır. Londra ve Paris orta sınıfına özgü olabilecek bir yaşam biçimini Türkiye’nin herhangi bir köşesinde yaşayabileceklerini sanan, yaşayamadığını görünce de mağdur şarkısı söyleyen kuruntulu insanlar bunlar. Üniversite okumuşlardır ve orada içeriğin tamamı Batı’dan ithaldir. Kitaplar okumuşlardır ama hepsi yabancı olduğu için gerçekçi olmayan beklentileri vardır. Hayalleri duvara toslayınca toplumu yargılar ve “ataerkil”, “erkek egemen”, “gerici”, “ahlakçı” diye mahkum ederler. İyi de, savunma makamını dinlediniz mi? Nerede, ne zaman dinlediniz? Batılı olmayan tek bir düşünce eseri okumadınız. Özgün araştırmalara dalmadınız, anlamaya çalışmadınız. Mahkum etmek istediğiniz kültürü temsil eden her şey sizin için daha baştan köhne, geri ve karanlık. Bu kısır döngüden kurtulamayışınızın tek nedeni ilkokul sıralarından başlayarak azınlık kültürünün inşa ettiği zihinsel balonun içinde kalmanız. Bu toplumun yabancılara, yani kendisine yabancı yaşam biçimlerini sürmek isteyenlere borçlu olduğunu nereden çıkardınız? Sömürü piramidiyle hesaplaşmamış Avrupa özentisi burjuvalar hem yerli hem yabancılarca sömürülen yığınları mı yargılıyorlar? Kimi, kimin mahkemesinde yargılıyorsunuz? Bu aslında yargısız infazdır.

Cengiz Özakıncı’nın Aydın Sorumluluğu Üzerine makalesini okuyun. Kendisini bu ülkenin kültürünü kucaklamış birisi olarak gösterme iddiasında değilim ancak orada Türk aydınının halktan kopukluğunun bir yüzünü, bir niteliğini görecek, durumu daha iyi anlayacaksınız. Türk “aydınının” değişmez özelliği kendi kültürünü öğrenmeye değer bile bulmamasıdır, nerede kaldı yargılamak. Bu durumda yabancılaşma, aydınlanmanın zorunlu bir parçası oluyor Türkiye’de. Topluma hizmet etmek için aydınlanma gibi bir seçenek kalmıyor. Peki böyle aydınlar ederse kime hizmet eder? Hmm…

Meşhur 2015 seçim haritasını açın önünüze. Hani Akdeniz kıyılarının mavi, Güneydoğu’nun yeşil, geri kalan yerlerin sarı olduğu harita… Hayır, sosyal medyada gırgırı yapıldığı gibi diyetteki balık ve fosfor oranıyla zerre kadar ilgisi yok bunun. Akdeniz kıyıları ve İstanbul’un eski semtleri, Orta Asya’dan göçen Türkmenlerin en az girdikleri, en az yoğunlukta nüfusa eriştikleri yerlerdir, harita bunu gösterir. Buralar kendini Rum olarak tanımlayan grupların Türk’e dönüşmekte en geciktiği yerlerdir. Onun için de Batılı ve yabancı bir dil konuşan CHP’ye yakındırlar. Burada AKP’yi savunmuyorum. Çünkü AKP yalnızca halkın dilini konuşuyor gibi görünüyor ama seçmeni bunu anlayacak kadar zeki değil.

Türk mizah dergilerinin doğru düzgün bir öyküsü daha yazılmadı. Gırgır zamanlarından beri mizah dergilerini takip eden, kimini sayı sektirmeden okuyan biri olarak bunların neden tükendikleriyle ilgili bir tüyo vereyim: Karikatürcü, ülkeye yabancılaştı. 70’lerin, 80’lerin Gırgır’larını okuyun. Evet, fazlasıyla İstanbullu olduğunu göreceksiniz ama çok naif ve sıradan yurttaşa yakın öyküler de okuyacaksınız. Dergiler arası bir devamlılığı olan Zalim Şevki’de halk dışında bir şey bulamayacaksınız örneğin. Avrupa’da okuyup gelmiş veya Avrupa’ya öykünmüş gencin sıkıntısını, halka tepeden bakışını Leman’da sezmeye başlarsınız. Penguen ve Uykusuz için en sık söylenenlerden biri dergilerin “apolitik” bulunmasıydı. Penguen ve Uykusuz çizerleri büyük olasılıkla anlayamıyorlardı, tıpkı Leman gibi kapağını ve sonraki iki sayfasını (3/16) politik gündeme ayıran bir dergi nasıl apolitik bulunur? Belki de sorun yanlış teşhis edilmişti. Belki de belli bir yaşın üstündeki okur bunların bayağı yabancılaştığını hissediyordu. Okurların çoğu bunları politik sayfalar için almaz. Bu iki derginin son dönemlerine baktığınızda yabancılaşmayı güçlü bir biçimde görebilirsiniz. AKP karşıtlığıyla geleneksel kültür düşmanlığını birbirine karıştırdılar. Feminizme, Hollywood sinemasına, alışveriş ve marka düşkünü genç kızların yaşamına, evlilik dışı ilişkilere, hatta üçlü ilişkilere, internete ve sosyal medyaya olumlu göndermelerde doldu dergiler. Fazlasıyla kişisel veya herhangi bir ülkede gerçekleşebilecek “evrensel” öyküler yer tutmaya başladı. Bu dergilerde ikinci bir Eşşek Herif’in görülmesi olası değildi. Açıkçası Gırgır, kökeni Avrupalı olan ve yerli öncüleri Avrupa özentisi olan bir meslekte benzeri ender görülebilecek bir doruk noktasıydı. Karikatürün bu kadar yerlileşebilmiş olması bile güzel bir olasılıktı.

Time-Out İstanbul ve Cosmopolitan gibi dergilere bakın. Bu dergileri kim okuyor olabilir, düşünün. Dergilerin dilini değiştirseniz nerede ve kim için yayınlanıyor olabilecekleriyle ilgili hiçbir işaret kalmayacak, o kadar “evrensel”, yani yabancı. Hiç kuşku yok ki bunları halk okumuyor. Orta Asya’dan gelen Türkmenler okumuyor bunları. İster zihinsel ister mekânsal kendi balonunda, halktan kopuk olabilme lüksü içinde bulunan bir azınlığın hem üreticisi hem tüketicisi olduğu bir kültür bu. Yabancı bir kültür. Türkmenler buraya geldiklerinde Rumları ve Ermenileri büyük ölçüde asimile etmişlerdi. Yüzyıllar sonra devran dönüp de Batı kültürü Batı ötesinde de baskın olmaya başlayınca Türkiye veya Anadolu dediğimiz bu uç beyliğinde Türkmenler asimile olmaya başladılar. Bu kez asimilasyon “bilgi” ve “aydınlanma” kılığında geliyor. Bunun evrensel olduğu iddia ediliyor oysa bilgi ve aydınlanma, onu yaratan kültürü zorunlu olarak taşır. “Batı’nın ahlakını almayıp da bilgisini almak” diye bir şey yoktur. Kendi bilgimizi üretmek zorundaydık, zorundayız. Kendi bilgisini üreten, Batı’yı da dünyanın kalanını da kendi terimleriyle açıklayabilen, kendi sorunlarına çözüm önerebilen bir toplum olsaydık bu dergiler var olmazdı. İlk harb ve mühendis okullarına Avrupalı öğretmenler getirilmesi bir başlangıç olmalıydı ama doğrudan fikirlerin ithal edilmesine dönüştü. Üzerine medreseler de kapatılıp da yerine Batılı benzerleri taklit edilerek hukuk ve ilahiyat fakülteleri açılınca yerli düşünce üretimi potansiyeli kalmadı. Bu yüzden bugün sosyal bilimler fakültelerimizde kökenini yerli kültürde ve deneyimde bulabileceğimiz hiç bir özgün düşünce parçası üretilmiyor ve bunlar fazla gelişmiş birer çeviri bürosu gibi çalışıyor.

Yabancılaşmanın kökeni Tanzimat aydını tipine dayanıyor. Fransa’ya okumaya gitmiş, Fransa’nın tarihsel deneyiminin ürünleri olan şeyleri okuyarak aydınlandığını ve evrensel bilgiye ulaştığını sanmış, sonra bunları İstanbul’da yaymıştır. Türklerin ulusal kültürleri zaten Osmanlı sömürüsü altında ezilmiş, dışlanmış ve aç, susuz bırakılmıştı. Saray askerlik dışında hiçbir iş için Türklere güvenmiyordu. Yetişmiş insan gücü ve hatta sarayın maddi tüketimi Rumeli’den sağlanıyordu. Kurucu kuşak sonrasında sultanların yoğunlaşarak almaya başladıkları ve yarısından fazlası Gayrimüslim olan saraylılara koydukları Arapça adlar sadece bunu maskelemeye hizmet eder. Tanzimat aydını, yerli kültürü kurtaracağı yerde onu “geri” olarak tanımlayarak bu olasılığı ortadan kaldırmıştır. Yüzyıllar içinde pekişen bu durum, her türlü, ama her türlü bilginin “elbette” Batı’dan ithal edilmesi gerektiği düşüncesine zemin hazırlamıştır. Bugün Türk yapı ustası yalı baskısına “siding”, Türk ev hanımı kırkyamaya “patchwork” diyesiye Türk kültürü unutulmuştur. Hanedan belki ilk birkaç kuşaktan sonra Doğu’ya veya Türklüğe veya İslam’a ait olmayı reddetmiş, kendini Roma’nın devamı saymıştır. Her ülkede olduğu gibi Osmanlı’da da üniversite ve basın, saray tarafından kurulmuştur. Bugün feminizmin veya Batı kaynaklı olup da bu ülkeye uyumsuz olan herhangi bir düşüncenin izini sürerseniz karşınıza hep bu üçlü çıkar: Basın, üniversite, politika. İşte, kökenler orada, araştırın. Gazeteciliğin kuruluşunu, nasıl hep İstanbul ve İzmir merkezli, dolayısıyla ağırlıkla Gayrimüslim olageldiğini, yerli görünen unsurun da Avrupa’da eğitim görmüş, onlar gibi düşünmeyi öğrenmiş kişiler olduğunu araştırıp görün. Üniversiteyi zaten yazdım. “Kızlı erkekli robot yapmanın” aydınlanmaya denk geldiğini sanan, uluslararası proje yarışmasına katıldığı ürününe yabancı ad koyan, kampüs stadyumunda “devrim” yazıyor diye kendini solcu, ilerici falan sanan öğrenciler mezun olur olmaz kapağı Batı’ya atmayı düşlüyorlar çünkü on beş yıllık öğrenimleri boyunca onlara bu fikir işlendi. İlk çevirilerini Tanzimat aydınının yaptığı bütünüyle yabancı kültür ürünlerini “klasik” oldukları gerekçesiyle anlamadan etmeden tüketmeyi öğrendiler. Politikaya gelince, bu ikisinin yönünü en baştan belirleyen zaten kendi halkının kültüründen ümidi kesmiş olan yöneticiydi. Demokrasi bütün dünyada göze sürme gibi bir şeydir zaten. Eskiden yöneten biliniyormuş, şimdi kuklalar biliniyor, yönetenler perde arkasında kalıyor. Nitekim sömürüye dirençli halkların öncelikle aileye ve erkeklere, eril güce bağlı olduğunu, feminizmin bu nedenle sömürücü sınıfın dirençleri kırmak için kullandığı maşalardan biri olduğunu daha önce yazmıştık.

Bu ülkede bilgi ve aydınlanma denince hazır alma ve dolayısıyla Batı’dan ithal etme refleksinin kökeni 19. yy’a dayanıyor. Arapça harfler terk edildiğinde eski kitapların okunamaz hale geldiği yakınması kısmen yersizdir çünkü Tanzimat aydınının zaten bunları okumadığı, tek besin kaynağının Avrupa yazını olduğu biliniyor. 20. yy başlarında İstanbul’un merkezi semtlerinde tek bir Türkçe tabela yoktur. İstanbul aydınının konuştuğu dil, köylünün konuştuğu dilden neredeyse bağımsız, ağız veya şive denemeyecek kadar apayrı bir dil olmuştur. Devrimler bu kültürel parçalanmayı önlemedi çünkü devrimler yine yabancı ve işgalci kültürü, Batı kültürünü değişmez bir nirengi kabul etmiştir. Öz kültüre veya çoğunluk kültürüne veya çalışan ve üretenin gücüne hiçbir zaman dönülmemiştir. Tansu Çiller ve Kemal Derviş gibi ithal politikacılardan olmasa da ömrü boyunca krem tabakasında yaşayan Mesut Yılmaz, yine kendisi gibi Amerika’dan göreve çağrılan Turgut Özal’ın halefi olarak Anavatan Partisi’nin başına geçirildiğinde seçim kampanyasını yönetsin diye Fransa’nın ünlü bir reklamcısını çağırmıştı. Türkiye’deki seçim kampanyasını ülkeyi bilmeyen bir kişiye yönettirmek ancak bu ülkeye bütünüyle yabancı birinden beklenebilecek bir hareketti. Nitekim az çok bilenler Yılmaz’ın yaşam biçiminin ve zihin dünyasının halktan kopuk olduğunu biliyorlar. Yılmaz’ın salon sehpasında Time-Out İstanbul ve Cosmopolitan vardı. Artık bütün politikacıların sehpasında aynı şeyler var. Politik görüşler yıllar önce Türkçü, İslamcı, Atatürkçü ve solcu diye dörde ayrıldığında hiç biri kültürel yabancılaşmayı durduracak bir çözüm önerisi geliştiremedi, hiç biri bu bölünmeyi saptayabilen aydınlar yetiştiremedi ve sonuçta bugün dördü de yabancı kültüre teslim olmak konusunda uzlaşarak yok oldu. Yarılan toplum birleştirileceği yerde yarıklar derinleştirildi. Aradan geçen zamanda yarıklar taşraya kadar indi. Çanak antenlerin girdiği köyde kadınlar erkeklere isyan ederek, Turkcell’in (adındaki kinayeye bakın) girdiği köyde çocuklar aşağılık kompleksiyle dolarak ve uzay-zaman düzlemindeki yerlerini unutarak Tanzimat aydınını muradına erdirdiler. Feministler veya kadın hakları savunucuları veya insan hakları savunucuları veya barışseverler veya hayvanseverler veya politik doğrucular veya liberaller veya geleneksel kültürle bağını bütünüyle koparmış olanlar, hangi kesişim kümesiyle tanımlarsanız tanımlayın, ettikleri ezberi aydınlanma sanıyorlar çünkü ezbercilik ve kopyacılık bu ülkeye aydınlanma kisvesiyle girdi. Burnumuzun dibindeki İran’da olup biteni Batılı haber ajanslarının merceğinden okumaya çalışan, hiçbiri Doğu dillerinden birini okuyamayan aydınlanmış (!) akademisyen ve köşe yazarı taslakları bize nasıl yaşamamız gerektiğini söylüyorlar. Fotokopiyle, çeviriyle, ezberle gelen aydınlanma bu.

Bu gördüğünüz afişler her ne kadar sokak eylemciliğinin ürünleri gibi görünse de yabancılaşmayı yansıtır. Bu ülkede bazı insanlar Kuran okurlar. Okumayanlar da savundukları ahlaki pozisyonu ona dayandırırlar. Ama açıp baktığınızda Kuran’da ne Tanrı’nın erkekliğini ne de kaburga hikayesini bulursunuz. Halkta da böyle bilgiler yoktur veya çok yenidir. Çarmıha gerilme bu ülkenin kültüründe karşılığı olmayan bir kavramdır. Bunlar Tevrat’ın ve onun inşa ettiği Batı kültürünün özellikleridir. Ve feminist eylemci bunlardan habersizdir. Onun kitaplığında Batı’dan ithal düşünceler dışında hiçbir şey bulamazsınız. “İçermeci” der, “toplumsal cinsiyet” der, “psikolojik şiddet” der, yani çeviri Türkçesiyle konuşur. O, aydınlanmadan (!) önce Time-Out İstanbul ve Cosmopolitan okuyordu. Ezbere alternatif bir ezber etmiştir. Ezberin değilini bir başka ezberde bulmuştur. Tanzimat aydınının ebleh torunudur. Çanak antenin ve cep telefonunun çocuğudur.

Özü, Türkiye’de birbirinden giderek uzaklaşan iki kültür var. Daha doğrusu, birisi kendini yenileyemediği ve belleğini yitirdiği için kaybolmak üzere olan ve çoğunluğa ait olan bir eski kültür ve bunun karşısında azınlığa ait olan bir yabancı-işgalci kültür var. Eğitim, medya, politika, maddesel üretim, zihinsel üretim bütünüyle bu yabancı kültürün eline geçmiş durumda. Eski kültürün insanları ve temsil ettikleri ahlak belleği ise bunların karşısında mutlak edilgen olmuş, yedikçe yiyor dayağı, komada. Bunu saptayamamış yığınların feminizme karşı koyması en iyi olasılıkla kör topal bir çaba olur, patinaj olur. Bunu saptayabilen bir okumuş azınlık; Time-Out İstanbul ve Cosmopolitan okumayan; kendini ve yaşamı Batılı gözlüğüyle anlamaya çalışmayan; “alfa”, “beta”, “sigma”, “kırmızı hap” diye konuşmayan; “evrenselin” bir yutturmaca olduğunu anlamış; sorgulayıcı ve eleştirel okuma yapabilen, zihnini Doğu’ya kapamamış olan, her zaman büyük resmi görmeye çalışan bir okumuş azınlığın başaracağı iştir feminizmin karşısında dikilmek.

4 Comments

  1. Elinize emeğinize sağlık. Toplumumuzun bugünlere nasıl geldiğini çok güzel özetlemişsiniz. Yazdığınız her cümle, fikir; kendi içinde detaylı geniş bir analiz barındırıyor. Bilgi ve aydınlanma kılığında gelen batılı yaşam tarzının köklerinin çok eskilere dayandığını bilmemiz ve bizim ‘çağın gerekleri’ sandığımız fikirlerin türetilen dayatılan ahlaklar ( dinler) olduğunu ve nasıl içimize damarlarımıza sızdığını anlamamız gerekiyor. Birilerinin hedefi kadınlar veya erkekler değil, birilerini veya bir şeyleri kullanarak toplumumuzun tamamen iflasını gerçekleştirmek. Bunun içinde sandığımızdan çok daha uzun süredir çalışıyorlar. Onlardan daha çok ve daha yoğun çalışmadıkça da toplumsal yıkımdan kurtulamayacağız. İşe ‘kendi kültürümüzü/ ahlakımızı/dinimizi’ öğrenerek başlayabiliriz.

  2. SRRSR AA

    AKP ve RTE ne oranda yerli? Halkımızın büyük bir kısmı RTE’yi “reis”, “bizden biri, bizim gibi” ifadelerle tanımladığı için sordum. Hatta ilk defa “bizden biri”, “bize çalışan biri” başa geçmiş. Soru biraz havada kaldı ama konu özelinde yorumlarsanız sevinirim.

    • Comment by post author

      feminizmnedir

      Birinin “bizden” olup olmadığının ölçüsü bizim ortak çıkarlarımıza çalışıp çalışmadığıdır. Kardeş, akraba bile olsa bizim zararımıza çalışanları bir kez bağışlarız, iki kez bağışlarız ama sonunda yollarımızı ayırırız. Bu, kültüre özgü olmayan evrensel davranıştır. Kişinin bizim ortak çıkarımıza çalışıp çalışmadığının ölçüsü ağzından çıkan sesler değildir. Kişi bunu çok erken yaşlarda öğrenir ama bazıları öğrendiği şeyi unutmak için olağanüstü bir çaba gösteriyor. Bu her türlü insan ilişkisi için geçerli. Evlilik, arkadaşlık, komşuluk, ortaklık, politika… Fark etmiyor.

  3. Misafir

    Konuşmacı Havva, yılan, elma diyerek toplumunun kutsalından habersiz olduğunu ve batılı kafayla konuya yaklaştığını açık ediyor. Tarihin eski dönemlerinde erkek ve kadınların eşit olduğu toplum yapılarının bulunduğunu, Papua Yeni Gine gibi bazı ülkelerde anaerkil yapıların hala var olduğunu söylüyor. Ama neden büyük medeniyetlerin ataerkil yapılardan çıktığını, diğerlerinin bunu neden başaramadığını sorgulamıyor. Bazı önemli icatları aslında kadınların yaptığını iddia ediyor ama kadınların üzerinden baskının kalktığı, başta eğitim olmak üzere birçok yerden teşvik aldıkları 21. yüzyılda neler yapıp ettiklerinin örneklerini vermiyor. Toplumsal cinsiyetin öğretilmiş şeyler olduğunu ve isterse kadınların her şeyi yapabileceği klişesini de tekrarlıyor. Sabredebilirseniz sonuna kadar izleyin.

    https://www.youtube.com/watch?v=KyMgmZbuNms

Leave a Reply

Doğrulama *Captcha loading...

Pin It on Pinterest