Kitap İncelemesi

Kitap İncelemesi: The Feminist Lie – Bob Lewis

“Feminizm hiçbir zaman eşitlik ile ilgili değildi.” Kitabın alt başlığı bu ve oldukça isabetli bir seçim. İçinde bulunduğumuz medeniyet yıkıma doğru hızla ilerliyor. Feminizm bu yıkımı hızlandıran nedenlerden yalnızca biri ama toplumun temel taşlarından birini hedef aldığı için en tehlikeli olanlardan biri. Benzeri bir çok din gibi. Evet, feminizm de tam olarak bir dindir; bir dünya görüşüdür; kendi doğruları, kendi ahlakı vardır. Feminizm de liberal modern dünyanın meydana getirdiği ortamda, yani sorumlulukların reddedildiği, sürekli daha fazla “hak” istenen, bireyin gelip geçici keyfini her türlü değerin üstünde gören ve dolayısıyla bireyin her seçimini saygı hak eden bir seçim olarak dayatan bir ortamda —ve sadece bu veya benzeri bir ortamda— var olabilecek dinlerden biri. Büyük olasılıkla çöküşe kadar var olmaya da devam edecek. 

Bu kitap Bob Lewis isimli yüksek olasılıkla sahte isim kullanan bir yazar tarafından yazılmış kısa ve öz bir kitap. Kitap on bölümden oluşuyor. Yazar her bölümde feministlerin sık sık başvurduğu yalanlardan birini inceliyor ve örneklendiriyor. Bunlar henüz ülkemizde diğer ülkelerde olduğu kadar yaygın olmasa da feministlerin öne sürdükleri yalanlar kürenin her yerinde aynı olduğu için okunması gereken bir kitap.

Birinci Bölüm: Feminizm ve Kullandığı Yöntemler

Yazar bu bölüme başlamadan hemen önce “Veri olmadan, yalnızca fikri olan başka bir insansınız” alıntısıyla başlıyor. Youtube’da karşımıza çıkan feminist tartışmaları düşününce, güzel bir başlangıç. Yazar, feminizmin hiçbir zaman aileye, topluma ve özelde Batı toplumuna verdiği zarar için sorgulanmadığını dile getirerek kitaba başlıyor. Feminizm sahiden de budur, erkeğe, kadına, çocuğa, aileye, topluma zarar vermekten başka hiçbir işe yaramayan iyilikten uzak ve tehlikeli bir hayat görüşüdür. Fakat gelin görün ki tüm hayat görüşünü Onedio ve Ekşisözlük üzerinden kuran, gerçeklerle ilişkisi neredeyse kalmamış genç kesimimiz için çok önemli bir hareketmiş yanılgısına düşülüyor.

Yazar, daha kitabın ilk sayfalarında diğer kitaplarda çok sık görmediğimiz bir şeyi yapıyor: Kullandığı sözcüklerin tanımlarını yapıyor. Bu çok önemlidir. Bu bölüme başlarken yazar öncelikle propagandanın ve feminizmin temel taşlarından biri olan gynocentrismin (kadın merkezcilik diyebiliriz) tanımını yaparak başlıyor. Gynocentrism sözlüklerde “başkalarının zararına da olsa kadınların her zaman öncelikli olması” olarak tanımlanıyor. Yazar bunu Urban Directory‘den aldığı güzel bir örnekle akılda kalıcı hale getiriyor:

Erkek 1: Kadının hesabını her zaman ödemelisin.

Erkek 2: İyi de, erkek ile kadın eşit değil miydi? Kendi hesabını kendisi ödemesi gerekmez mi?

Erkek 1: Aa, doğru! Benim aptallığım. Kültürümüzdeki kadın merkezcilik (gynocentrism) bazen mantıklı düşünmeme engel oluyor. Özür dilerim.

Bu tanımlardan sonra yine feminizmin temel taşlarından ikincisi olan misandry (erkek karşıtlığı diyebiliriz) kelimesinin tanımını yapıyor. Bu kelime tam olarak erkek karşıtlığı ile ilgili şeyleri ifade eden bir kelime.

Tanımlardan sonra yazar, temelde feminizmin evlilik ve aile değerlerine bir isyan olarak ortaya çıktığını söyleyerek feminizmi çözümlemeye girişiyor. İlk feministlerin evliliği, kadının “kimliğini” kaybetmesi ve köleliğin bir çeşidi olarak yorumladığından bahsediyor. Feministlerin düşüncelerinde çok bir şey değişmedi. Bağırarak, ağzından tükürükler saçarak “tartışan” bir feminist ile iki dakikalık bir konuşmanızda bunu görebilirsiniz. Feministlerin bu düşüncelerin temelinde erkeklere çok fazla hak verildiği düşüncesi yatmaktadır. Yüzeysel bir bakışta bu doğru gibi gözükse de, dikkatle incelendiğinde bunların karşılığında ağır bedel ödenen, yani ciddi sorumluluklar alınan haklar olduğu görülebilir. Bu yanıltıcı yüzeysel bakış aslında erkek karşıtı kültürün bize ezberlettirdiği varsayımlardan kaynaklanıyor.

Çok basit ve göz önünde bulunan örnekler bulunabilir. Örneğin kadınlar askere gitmek zorunda değildir. Savaş zamanı düşmanla çarpışmak zorunda değildir. Çalışmak zorunda değildir. Kadının çalışmamak diye bir “hakkı” vardır, erkeğin yoktur. Kadının ayrıca çalışmak hakkı da vardır. Erkek için yalnızca görevler vardır. Kadınlar parasal olarak tamamen kocalarına bağlı olabilirler. Erkeğin parasal olarak karısına bağlı olması utanç kaynağı olarak görülür. Kadınlar ağır işlerde çalışmak zorunda değildir. Mimar olma hakları vardır ama tuğlaları taşıyan işçi olmama hakları da vardır. Tuğlaları birisi taşımak zorunda olduğuna göre bu, erkek olacaktır…

Yazar bu bölümde günümüzde unutturulmaya çalışan bir noktaya değiniyor ve hakların sorumluluklara karşılık olarak verildiğini söylüyor. Bunu neden söylüyor? Çünkü feminizm ortaya çıktığı zaman, kadınlara, erkeklere verilen haklar verilmediği için yakınılıyordu. Feministlerin bu tespitleri doğru fakat eksiktir. Çünkü kadınlar o haklara sahip olan erkeklerin aldığı sorumlulukların hiçbirini almıyorlardı. Yani bir sorumluluk almadan hakka sahip olmak istiyorlardı.

Yukarıda hakkını vermek için tanım yapmaya dikkat edişini övdüğüm yazar ne yazık ki daha ilk bölümden beni hayal kırıklığına uğrattı. İlk bölümün ortalarında şöyle bir cümle kuruyor: “(…) tarihin hiçbir yerinde İslam’ın dışında baskıcı ve erkek egemen bir düzen olduğuna ilişkin bir veri elimizde yoktur.” Bu cümleyi okuduktan sonra gözlerim “İslam nedir?” sorusuna bir cevap aradı fakat kitabın hiçbir yerinde yok. Yazarın kafasında bir İslam tanımı var fakat bunu okuyucuyla paylaşmıyor. Bu sonuçlara nasıl ulaştığından bahsetmiyor böylece İslam’ı karalamak için bir kötü niyete sahip olduğunu ortaya çıkarıyor. Fakat saptamasının bir kısmında haklılık payı var. Hiçbir zaman tamamen erkeğin kadına veya kadının erkeğe haksızlığı üzerine bir medeniyet kurulamaz. Bu Allah’ın yasalarına da aykırıdır. Feministler bu yasaya aykırı bir medeniyetin kurulduğuna inanmamızı istiyorlar.

Yazar, feministlerin kullanıdığı propaganda yöntemlerini örneklemeye Entryism‘den başlıyor. Entryism kabaca bir grubun üyelerini etkileyerek kendi fikirlerinizi içlerinde yaymak anlamında kullanılan bir kelime. Yazar bu tekniği kullanan feministlere örnek olarak Anita Sarkeesian’ı örnek veriyor. Video oyunları yorumcusu olan bu kadın, video oyunlarının çoğunun cinsiyetçi olduğunu iddia ediyor. Bu kadın, ömrü boyunca bir oyunsever olduğunu iddia eden bir kadın. Fakat 2011 yılında meydana çıkan bir videosunda, video oyunlarını aslında hiç sevmediğini, feminist düşüncelerini yaymak için bu işe giriştiğini itiraf etmişti. Yalancının mumu yatsıya kadar yandı fakat zehirlenen beyinler çoktan zehirlendi. Yazar bu yalancının yaptığını Entryism‘e bir örnek olarak veriyor. Benimsemese bile, kendi sapkın fikirlerini yaymak için bir topluluğun arasına sızmaya çalışıyor. Sahtekarlık ortaya çıksa bile feminist saldırgan, feminist toplumdan saygı görmeyi sürdürüyor. Sarkeesian ABD meclisinde sözü dinlenmiş bir kadın.

Devamında feministlerin köşeye sıkıştıklarında sık sık başvurdukları birtakım yöntemlere değiniyor. Bu yöntemler her sahtekarın kullandığı bilinen yöntemler. Feministlerle tartıştığınızda henüz ortada olduğu iddia edilen sorunun nedenine ulaşamadan susturulmaya çalışılırsınız. Çünkü feminizmin derdi sorun çözmek değildir. O nedenle sorunların gerçek nedenleri ve bu sorunlara çözümler aranmaz. Bu yapılırken kullanılan yöntemlerden ilki saptırma yöntemi. Saptırma tartışmalarda eğer devam edilirse tüm yalanın açığa çıkacağının hissedildiği durumlarda sık sık yapılır. Feminizm de yüzeysel bakıldığında doğru görülen onlarca yalanla ayakta durmaya çalıştığı için sık sık saptırmaya başvurur. Yazar buna örnek olarak erkek düşmanı şeyler söyleyen bir feministi örnek gösterdiğinizde diğer feministlerin bu söylemleri eleştirmek veya reddetmek yerine “ama o gerçekten bir feminist değil” veya “tüm feministler böyle değil ki” demelerini örnek gösteriyor (real scotsman fallacy). Oysa fikirleri yargılıyoruz, kişileri değil.

Bir diğer yöntem ise kişisel saldırı ve aşağılama. Bu ikisi genelde tartışmada elinizde başka bir argüman kalmadığında sık sık başvurulan yöntemlerdendir. Bu duruma geldiğinizde karşınızdaki kişinin düşüncesini savunmak için elinde bir argüman kalmadığını düşünebilirsiniz. Kalmadığı için, ve yenilgiyi de kabullenemediği için bu defa size saldırmaya başlar. Böyle davranarak karşı tarafı değil, tartışmaya tanık olan dinleyicileri (kamuyu) etkilemeye çalışır. Feministlerin tartışmalardaki argümanları o kadar sığdır ki, tartışmanın bu aşağılama ve kişisel saldırı aşamasına geçmesi çoğu zaman yalnızca birkaç dakika sürer.

Yazarın bahsettiği bir başka yöntem ise yeniden çerçeveleme ve yanlış karşılaştırmalar. Yazar buna örnek olarak erkeklerin haklarının konuşulduğu bir sırada, feministin konuyu bir anda erkeklerin ayrıcalığa sahip olmalarına çekmesini veriyor. Esasen tartışmanın konusu erkeklerin hakları olmasına rağmen, feminist konuyu buradan alıp erkeklere verilen ayrıcalıklar olarak farklı bir çerçeve içerisine alıyor. Bilinen bir örnek olarak feministlerin tecavüz iftirasını reddeden erkeklerden, tecavüzü savunan insanlar olarak bahsetmelerini örnek gösteriyor. Her yerde karşımıza çıkan bir şablondur. CHP’ye yapılan bir haksızlıktan söz edeni CHP’li sayıverirler. Hitler’e atılan iftirayı dile getirince sizi Nazi yapıverirler.

Bir diğer yöntem olan yanlış karşılaştırmanın kullanımı ise örneğin eşit haklara inanan insanların aynı zamanda feminist olduklarını söylediklerinde ortaya çıkıyor. Oysa burada gözden kaçan şey feministlerin eşitliği değil, kadın üstünlükçülüğünü, yani kadının erkeğe egemen olmasını savunuyor olmaları. Dolayısıyla bu karşılaştırma hiçbir anlam ifade etmeyen bir hileden başka bir şey olmuyor.

Yazar bu bölümde son olarak feministlerin topluluk önünde kaçamak dövüşmelerini eleştiriyor. Bu yöntemde tartışmanın olduğu topluluğun içerisinde gizli feministler yer alıyor. Bu yöntemin sık sık kullanıldığını Youtube videolarından doğrulayabilirsiniz. Tabi eğer o videoları ve oradaki ikiyüzlülüğü izlemeyi mideniz kaldırabiliyorsa.

Dikkat ederseniz burada kullanılan yöntemlerin hepsinin bir ortak hedefi var. O da karşı tarafı susturmak. Çünkü konuşursa feminizmin tüm yalanları meydana çıkacak. Bu nedenle feminist kaçak dövüşmek zorunda. Baktı ki bunlar olmuyor, bu defa da iki göz yaşı döker, hele bir de topluluk önündeyse yine haklı çıkıp hayatına devam eder.

İkinci Bölüm: Feministlerin Yok Saydığı Tarih

Yazar bu bölümde, medyada “ataerkillik” adı altında bas bas bağırılan feminist tarih okumasının yalan oluşunu gözler önüne seriyor. Feministlerin çoğu bütün bir dünya tarihini erkeğin kadını ezmesi ve bunun sonucu olarak kadının kendi potansiyelini eğitim, ekonomik ve akademik kariyer alanında kullanamaması olarak görürler. Bu durumdan kurtuluşun kıvılcımını ise feminizmin parlattığını savlarlar. Gözmezden geldikleri ilk nokta şudur: dünya üzerinde kötülüğe dayalı hiçbir sistem kalıcı olamaz. Bu, evrenin işlediği yasaya aykırıdır. Yani, feministlerin savladığı gibi tarihimiz erkeklerin kadınları sistemli ezmesi üzerine kurulu olsaydı, bu sistem onlarca defa yıkılmış olurdu ve bugüne ulaşmayı bırakın yüzlerce yıl kürenin dört bir yanında sürmezdi. Yalnızca bu yasaya aykırı olma durumu bile bu savlananların bir yalan olduğunu kanıtlamaya yetse de yazar başka örnekler de veriyor.

Bunlardan biri eski Mısır’daki Kleopatra —ki, bu Kleopatra’lardan aslında yedi tane var—, Hatşepsut, Nefertiti, Sobekneferu gibi kadın yöneticiler var. Yine Avrupa’da yüksek mevkilere gelmiş diğer kadınlardan da örnekler veriyor.

Bunun dışında kadınların erkekler tarafından baskılandığı için çeşitli alanlarda gelişemediği konusunda 1594 doğumlu Julianna Morell örneğini veriyor. 4 yaşında Yunanca, İbranice ve Latince çalışan, 14 yaşında hukuk üzerine doktora derecesi elde eden Morell, Ortaçağ Avrupasının “erkek egemen”, “ataerkil”, “kadın düşmanı” ortamında tüm bunları nasıl yapmıştır diye soruyor. Sorunun cevabı olarak da Morell’ın da tüm başarılı insanlar gibi sıkı çalıştığını belirtiyor. Sonrasında yine tarihte yaşamış ve çeşitli başarılar elde etmiş diğer kadınlardan söz ediyor.

Bu örneklerden sonra erken dönem feministlerin ırkçı oluşlarına ve bunların o dönemlerdeki öjenik hareketiyle ilgisine değiniyor. Konu mankeni olarak Margaret Sanger’ı seçiyor ve konuyu onun aile planlaması, doğum kontrolü, kürtaj, zencilerin ve fakirlerin yok edilmesi gerektiği konusundaki fikirlerine getiriyor. Ve bunların “feminizm eşitliği hedefliyor” yalanıyla ne kadar uyumlu olduğunu soruyor.

Bundan sonraki birkaç sayfayı Gloria Steinem ile CIA ilişkisine ayırıyor. Sanger ve Steinem örneği üzerinden bu ikisinin isimlerinin bilinmesinin ancak kendilerine destek veren çeşitli kişi ve kuruluşlar sayesinde olduğunu belirtiyor. 

Üçüncü Bölüm: Ataerkillik ve Erkek Ayrıcalığı

Yazar bu bölüme de önce ataerkilliğin (patriachy) tanımını yaparak başlıyor. Yine nesnel kanıtlara bakılırsa, tarihte tamamen ataerkillik üzerine kurulmuş büyük veya tanınmış bir medeniyet yoktur diyor. Fakat birinci bölümde yaptığı hatanın bir benzerini ne yazık ki burada da yapıp “İslam ülkelerini” istisna tutuyor. İlk bölümdeki titizliğini göstermiyor, İslam’ın tanımını yapmıyor. Böyle olunca İslam coğrafyasındaki farklı durumları ayırt etmiyor. “İslam toplumlarında kadının konumu” benzeri yanlış genellemelerin tuzağına düşüyor. Aslında bugün İslam toplumlarında kadının durumunu inceleyecek olsak yine basın-yayının bize ezberlettiğinin tersine çok daha “eşitlikçi” bir durum olduğunu keşfederiz. Kitabın ve yazının konusu olmadığı için şimdilik üzerinde durmuyoruz.

Bu bölüm feministler tarafından sürekli dile getirilen erkeklerin ayrıcalıklara sahip olduğu zırvasını örneklerle ve verilerle çürütüyor. Daha doğrusu, yazar erkeklerin sahip oldukları birtakım haklara havadan sahip olmadıklarını gösteriyor. Bunlar için bedel ödülüyorlar. Fakat bu ödenen bedel gözden kaçırılıyor. Çünkü liberaller hep haklardan söz ederler, sorumluluklardan değil. Sözgelimi İngiliz erkekleri seçme ve seçilme hakkını Birinci Dünya Savaşı’na katılarak aldılar. İngiliz kadınlarına aynı hak hiç bir karşılık istemeden verilmiştir. İngiliz kolonilerinde de aynı haksızlık yapılmıştır.

Yazar feminizmin asıl hedefinin aile ve evlilik olduğunu hatırlatıyor. Feministlerin aileye karşı olan tavırlarını örneklemek için tanınmış bazı feministlerden alıntılar yapıyor. Öncelikle tanınmış feminist Linda Gordon’dan alıntı yapıyor. Kitapları okunan bu kadın “hiçbir kadın çocuğuna karşı olan özel sorumlulukları yüzünden karşısına çıkacak fırsatları kaçırmamalıdır” diyerek içinde aileye karşı büyüttüğü nefretin ne boyutlarda olduğuna ilişkin bir fikir veriyor. Bir başka feminist ve aile düşmanı olan Vivian Gornick ise “ev kadınlığı yasadışı bir meslektir” diyerek para karşılığı olmayan her şeyin değersiz olduğunu içten içe aşılıyor. Bir diğer feminist olan ve zamanında Betty Friedan tarafından kurulmuş NOW’dan (National Organization for Women) “yeterince radikal olmadığı” gerekçesiyle ayrılarak The Feminists grubunda yer alan Sheila Cronon diyor ki: “Evlilik kadınlar için kölelik oluşturduğundan, kadın hareketinin bu kuruma saldırmaya odaklanması gerektiği açıktır. Kadınlar için özgürlük, evliliğin kaldırılması olmadan kazanılamaz.” Açıkça itiraf edildiği üzere feminizm düzelticilik hedefli bir hak arayışı değildir, eşitlikle hiç ilgili değildir, çok daha büyük bir yıkım projesinin ayaklarından yalnızca biridir. Bu tasarının bu küçük ayağı, sağlıklı toplum oluşturabilmemizi engellemeyi hedeflemektedir. Bu nedenle erkek ve kadının birbirine rakip hatta düşman olmasını öğretip durmaktadır.

Bu alıntıları yaptıktan sonra feminizmin aile kurumu ile ilgili görüşlerinin topluma getirdiği sonuçları örneklemeye başlıyor. Bu bölüm oldukça önemli. Çünkü elli altmış yıl önce kitapta sözü edilen toplumun geçtiği yoldan şimdi bizim toplumumuz geçiyor. Bu nedenle böyle devam ettiğimiz sürece benzer sonuçları alacağımızı kestirmek zor değil. Öyle ki şu an TÜİK istatistiklerine göz atarsanız sözünü edeceğimiz sonuçların bizde de oluşmaya başladığını görebilirsiniz.

Yazar, Sanger, Steinem, Gornick ve Friedan’ın daha pek çok feminist toplum mühendisi gibi Yahudi olduğunu söylemiyor elbette; penaltı çalınacağı korkusuyla ceza sahasına girmiyor! Bu minik ayrıntıyı hesaba katınca, feminizmin bir din olduğunu ve dinsel kökenleri olduğu saptaması derinlik kazanıyor. 

Evlilik Kurumunun Yıkımı ve Suç Artışındaki Paralellik

Yazar öncelikle 2015 yılında yapılan bir araştırmaya dayanarak Amerikada eşler arasında yaşanan boşanma olaylarında boşanmaların %69 oranla kadınlar tarafından başlatıldığını, boşanma oranının ise %46 düzeylerinde olduğunu hatırlatarak başlıyor. Yıllardır yapılan feminist propagandanın bunda büyük etkisi olduğu şüphesiz. Sonrasında yazar boşanmanın toplum üzerindeki etkilerine geliyor. 1995 yılında, yani 26 yıl önce Amerikada yapılan bir araştırmada (The Real Root Causes of Violent Crime: The Breakdown of Marriage, Family and Community, Patrick F. Fagan), sosyoloji ve kriminoloji verilerine dayanarak Amerikadaki suç patlamasının temel sebebinin aile kurumunun yıkılmakta oluşu gösteriliyor. Raporda bunu destekleyen ilginç verilere yer veriyor. Birkaç örnek vereyim:

  • Geçen otuz yılda, şiddet içeren suçların artışı ile babaları tarafından terk edilmiş ailelerin artışında paralellik var.
  • Yüksek suç oranına sahip mahallelerde yüksek oranda babasız kalmış aileler var.
  • Tek ebeveyn ile yaşayan çocukların sayısında %10’luk bir artış, çocuk suçlarının %17 artmasına sebep oluyor.

Bunlara karşıt olarak bir de sağlıklı denebilecek bir ortamla ilgili birkaç veriye örnek veriyor:

  • Dini uygulamaların yaygın olduğu mahallelerde suç oranları düşük.
  • Evlilik gerçekleştiren eski suçluların, evlendikten sonra suç işledikleri bir hayat tarzını gittikçe terk ettikleri görülüyor.
  • Annenin çocuğuna karşı olan güçlü sevgisi, çocuğun suça yönelmesi konusunda ciddi bir duvar oluşturuyor.
  • Babanın otoritesi ve çocuğun büyütülmesi sırasındaki katılımı da çocuğun suça yönelmesini engelliyor.

Dördüncü Bölüm: Ücret Farkı Yalanı

Bu bölümde feministlerin kadın ve erkekler arasındaki ücret farkı ile ilgili yalanını Kennedy’nin 1963 Eşit Ücret Yasası’nı örnek göstererek çürütüyor. Bu olay zaten yıllar önce çözüldü diyor. Devamında Eşit İstihdam Fırsatı Komisyonu’nun yetenek, çaba, sorumluluk, çalışma koşulları tanımlarını veriyor. Bu tanımlara göre bir kadının bir erkekle aynı görev unvanına sahip olmasına rağmen daha az/çok ücret almasının veya tam tersi bir durumun olası olduğunu gösteriyor. Çünkü ücreti yalnızca görev unvanı değil, yukarıda sayılan diğer etkenler de belirliyor.

Bu bölümde Çalışma Bakanlığı’nın ücret farkı üzerine yaptığı bir çalışmaya yapılan atıf aslında tüm konunun özeti: “(ücret farkı) neredeyse tamamen erkek ve kadın çalışanların kendilerinin yaptıkları seçimlerin sonucudur.

Bizde feministler bunu diyemiyorlar. Türkiye’de evirip çevirip yalanlarına alet edebilecekleri kullanışlı bir istatistik yok. Hatta Türkiye’de kadın kayırılır. Türkiye’de eşit işe eşit ücreti talep etmesi gereken erkektir. Bu sitede bunun örneklerini verdik. Belediye, kamu kurumları, kargo şirketleri, akaryakıt istasyonları, hastaneler, temizlik şirketleri, güvenlik şirketleri ve daha pek çok yerde erkekler ağır ve riskli işleri yaparlar ama oturarak çalışan kadınla aynı parayı alırlar. Nasıl keriz yerine konduklarını fark etmemelerinin nedeni feministlerin bastırmasıdır.

Beşinci Bölüm: Sahte Tecavüz Salgını

Bölüm, feminist “Ms” dergisinin başyazarı, tanınmış toplum mühendisi Robin Morgan’ın “kadının başlatmadığı her ilişki, kadının rızası olsa bile tecavüzdür” sözünü hatırlatarak başlıyor. Çünkü Batılı adliyelerde “tecavüz” ve “taciz” kavramları bu cümlenin bakış açısıyla yaşama geçiriliyor. Ceza hukukunda tanımlar sürekli feministlerin istediği yönde genişletiliyor. Bu yöntemle bir erkeğin bir kadını güzel bulduğunu söylemesi gibi aslında uygarca ve makul bir davranış önce “sözlü taciz”, sonra “cinsel saldırı” kategorisine konuluyor, ardından bu kadının “ben de tecavüze uğradım #MeToo” demesinin yolu açılmış oluyor.

Ceza hukukunda tanımlarla oynama işi istatistiğe de yansıyor. ABD’de istatistiklerin metaverisi değiştirilince ortaya çıkan inanılmaz sayılardan örnekler veriliyor. “Her altı kadından birinin tecavüze uğradığı”, “üniversite kampüslerinde her dört kadından birinin cinsel saldırıya uğradığı” bunlardan en bilinen ikisi. İstatistiği derlerken yapılan tercihler, yani metaveri kamudan gizlenince iş daha da kolay. Örneğin “tecavüz” istatistiği suç duyurularının sayısı mıdır, yoksa kesinleşen mahkumiyet sayısı mı? Sayılarla oynamanın ötesinde feministler bunu tecavüzün bir kültür olduğu, erkek egemenliğin bir sonucu olduğu tezlerine dayanak yapıyorlar.

Nitekim yazar ilerleyen sayfalarda tecavüz suçlamalarının yarısına yakınının iftira olduğunu belgelerini sunuyor. ABD’de son yıllarda tecavüzde değil, tecavüz suçlamalarında artış var. Nedeni feminist propagandanın kadınları kışkırtmaları ve mahkemeleri kötüye kullanan iftiracı kadınların cezalandırılmamaları. Dahası var. ABD’deki “tecavüz” istatistiğinin yarısını oluşturan iftiraların yarısının, kadının kendi suçunu örtmek için yaptığı bir hamle olduğunu gösteren araştırmalar var. Kadın, eşini veya sevgilisini aldattığının ortaya çıkmasından korktuğunda aldattığı erkeğe tecavüz iftirası atıyor. Başarabilirse adama iki büyük kötülük birden yapmış oluyor, üstüne bir de kendisini iffetli göstermiş oluyor. İftiraların büyük bir bölümü de kendisini reddeden erkeğin canını yakmak istemesinen kaynaklanıyor.

Erkek kendini aklasa bile kadının ettiği zulüm yanına kar kalıyor. Çünkü erkek çoğu kez tutuklu yargılanıyor. Ve yargılamanın yanlılığı ve suçun niteliği dolayısıyla iftiraların çok çok küçük bir bölümü ancak kadının ceza almasıyla sonuçlanıyor. Türkiye’de de aynı durum söz konusu.

Türkiye’de de son yıllarda taciz ve tecavüz davalarının patlamış olmasını, bu durumun bilincinde olan ve kötüye kullanmak isteyen kadınlara bağlamak mümkün. Çünkü kadınlar artık biliyorlar ki kendisini terk eden veya isteğini yerine getirmeyen sevgilisini tek bir iftira dilekçesiyle hapiste süründürebilir. “Gözü yaşlı kadının yalan söylemeyeceği” gibi budalaca bir dogma, resmi istatistiklerde tecavüz sayısının patlamasıyla sonuçlanıyor. İstatistik deyince bir durmak gerek tabi, çünkü istatistik cahili olan yığınlara sayılar yoluyla yalan söylemek çok kolay. Yazar bu teknik ayrıntılara girmiyor tabi. Ama feminizme karşı kendini korumak isteyen veya gerçeği bilmek isteyenlere Darrell Huff’un kitabı başta olmak üzere istatistikle nasıl yalan söylendiğini anlatan kitapları önemle tavsiye ediyoruz.

Yazar tekil örnekler ve genel belgeler üzerinden feministlerin “tecavüz kültürü” dedikleri şeyin aslında erkeklere yönelmiş bir linç kültürüne çoktan dönüştüğünü kanıtlıyor. Basına yansıyan örneklerde görüyoruz. Hasan Ali Toptaş yapmadığı tacizler için linç edilip özür dilemek zorunda bırakıldı. Harvey Weinstein’a linç başladığında Asia Argento gibi kendisi cinsel saldırı suçlarından hüküm giymiş kadınlar bile sıraya girdi. İftiracı kadının biri bir suçlamada bulunduğunda o erkeğe şu veya bu nedenle kin güden bütün kadınlar sıraya giriyor. Yazar bunu Ortaçağ Avrupasının cadı avına benzetiyor.

Altıncı Bölüm: Aile İçi Şiddet Putu Kırılıyor

Bu bölümde yazarın, şiddetin çoğunlukla erkekler tarafından kadınlara uygulandığı varsayımıyla ilgili güzel bir aktarması var. 2007’de yapılan bir araştırmanın (https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC1854883/) sonuçları ilginç. Bu araştırmanın daha giriş bölümünde önceki yapılan araştırmalardan ve sonuçlarından bahsedilirken eşlere uygulanan şiddetlerde kadın ve erkeklerin şiddeti başlatma konusunda aşağı yukarı aynı orana sahip olduklarının belirtilmesi önemli. Bunun dışında araştırmanın sonuçlarına bakınca ilginç sonuçlar elde edilmiş:

Şiddet içeren ilişkilerin yarısı (%49,7), karşılıklı olarak şiddet içeren ilişkiler olarak nitelendirildi. Kadınlar, erkeklerden çok daha fazla oranda karşılıklı olandan çok karşılıksız olan şiddet içeren ilişki yaşadıklarını bildirdi.

Bir başka deyişle, kadın kocasına vurduğunda denk karşılık alma olasılığı daha düşük. Bir başka deyişle bu ilişkilerde, gücü yetip aştığı halde erkek karşılık vermemeyi seçiyor! Daha ilginç olan sonuç ise şu:

Karşılıklı olmayan şiddet içeren ilişkiler arasında, hem kadınlar (%67,7) hem de erkekler (%74,9) tarafından bildirildiği üzere, vakaların çoğunda (%70,7) kadınların şiddeti uygulayan taraf olduğu bildirilmiştir.

Medya aracılığıyla ezberletilenlere ters bir sonuç, değil mi? Diğer bir araştırma bu sonucun şaşırtıcı olmadığına ilişkin bir veri daha sunuyor. Bu araştırmaya göre eşcinsel ilişki yaşayan kadınların ilişki yaşadıkları kişi tarafından şiddete uğrama oranları %35,4 iken, karşı cinsle ilişki yaşayan kadınların bu konudaki oranı %20,4. Yani eşcinsel kadınların kadınlardan yediği dayak, normal kadınların erkeklerden yediği dayaktan fazla!

Sonuçlar açık değil mi? Kadınlar ilişkilerinde erkeklerin olduğundan daha saldırganlar. Peki o zaman neden erkekler sürekli olarak tek saldırgan taraf olarak gösteriliyor? Nedeni basit, feminist düşünce erkeklerle olan savaşında, erkeklerin saldırgan taraf olduğu zokasını gözü önünde olanı göremeyen kitlelere yedirdi de o yüzden.

Ülkemizde bu konuyla ilgili durumun ne olduğunu merak edenler şuradaki yazıyı okuyabilirler. Hem kocalar, hem karılar eşlerinden dayak yiyor. Ama basın yalnızca kadının yediği dayağı haber yaparken karısının veya sevgilisinin elinde can veren erkekler halının altına süpürülüyor. Bu bir hipnoz.

Sekizinci Bölüm: Feminizm Kadınlara Zarar Veriyor

Feministlerin kocalarıyla mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşam süren kadınları ikna etmek için kadınları kandıracakları sahte bir havuca ihtiyaçları vardı. Yazara göre feministler, havuç olarak kadınlara istediği insanla yatmanın verdiği anlık zevki gösterdiler. Bunun doğal sonucu ilkin evlilik dışı gebelikler olarak ortaya çıktı. Fakat çözüm elbette hazırdı. Erdemli ve makul olmaya çalışmaktansa, sorumluluk bilinci ile hareket etmektense doğum kontrol hapları kullanılacak veya istenildiğinde kürtaj yaptırılacaktı. Babasına sormaya da gerek yok, çünkü “benim bedenim benim kararım”. Hak var, sorumluluk yok.

Böylesine aptalca bir dünya görüşü bir süre sonra kadınların sürtük olarak nitelendirilmesine dönüşünce, feministler sözcükleri yerlerinden kaydırıp bu olayı sık sık başvurdukları cinsiyetçi bir söylem meselesine dönüştürdüler. Bunun sonucunda da cinsel devrim (sexual revolution) veya cinsel özgürleşme (sexual liberation) denen hareket doğdu. Bu hareket özellikle kadınları evlilik dışı cinsel ilişkiye girmeye yönelten bozguncu bir harekettir. Fakat ne yazık ki başarılı oldu ve günümüzde de devam ediyor. Eğer mideniz kaldırıyorsa wikipedia sayfasından bu hareketin detaylarını okuyabilirsiniz.

Peki “kadının güçlendirilmesi” (= erkeğin zayıflatılması) uğruna evlilik dışı cinsel ilişkilerin yaygınlaşması ne demektir? Kadına ve sonucunda bir parçası olduğu topluma verdiği zarar nedir? Bir toplululuğun zindeliği için, bireyleri için neyi ifade eder? Yazar bu hareketin evlilik dışı cinsel ilişkiyi arttırdığını hatırlattıktan sonra bu sonuçlara odaklanıyor. Öncelikle doğum kontrolünü ele alıyor ve doğum kontrol hapları kullanmanın kilo almayı tetiklediğini dile getirerek başlıyor. Bununla ilgili yapılan birkaç araştırmayı kanıt olarak gösteriyor.

Açıkçası toplumsal açıdan açığa çıkacak olan sorunları düşündükçe bu sorun bana biraz ufak gibi geliyor. Kilo alımı dışında bu hapların aynı zamanda zihinsel /ruhsal sorunlara da yol açabildiği ile ilgili bazı araştırmalar var. Örneğin bir araştırma doğum kontrol hapı kullanan kadınların, depresyon benzeri rahatsızlık durumlarına çok daha sık yakalandığını gösteriyor. Çoğunlukla doğum kontrol haplarının kullanımını antidepresan ilaçları kullanımı izliyor. Karısının bu hapları kullanmayı bırakınca “dirildiğini” veya “kendine geldiğini” söyleyen kişilerin tanıklıklarını duymuşsunuzdur. Bu ilaçların insanları düşünemeyen gerizekalılar haline dönüştürdüğünü veya yan etkileri listesinin Manas Destanı kadar uzun olduğunu bilmeyen kaldı mı? Yazar ayrıca başka bir araştırmayı dayanak göstererek doğum kontrol hapları kullanan kadınların, hiç kullanmayanlara göre çeşitli kanser türlerine yakalanma riskini %20-%30 oranında arttırdığını ekliyor.

Doğum kontrol haplarından sonra yazar kürtaja değiniyor. Amerika içerisinde kürtajın sağlık açısından bir sorun çıkarmadığı görüşü daha yaygın olsa da, Amerika dışında durum bambaşka diyor. 2014 yılında yapılan A Meta-Analysis of the Association Between Induced Abortion and Breast Cancer Among Chinese Females isimli çalışmaya göre, kürtaj meme kanseri riskini arttırıyor. Üstelik, yapılan kürtaj sayısının artması, kansere yakalanma riskinin daha da yükselmesiyle sonuçlanıyor. Yazar, 2015’de Amerikada yapılan bazı yayınlarda bu verilerin doğrulandığından; anne babalara kız çocuklarına bu riski öğretmeleri gerektiğinin anlatıldığından bahsediyor.

Evlilik dışı cinsel ilişkinin yalnızca kansere yakalanmayı oranını arttırması değil, başka kötü sonuçları da var. 2010 yılında yapılan bir araştırmaya göre evlilik dışı cinsel ilişki uzun dönemde sağlığa başka zararlar da veriyor. Araştırmaya göre cinsel birliktelik kurduğunuz insan sayısının artması, cinsel yolla bulaşan hastalıklara yakalanma olasılığınızı da arttırıyor. Kondomun korunma sağlamadığı cinsel hastalıklar bulunuyor. Bunlar yeni bilgiler değil.

Yazar, 1992 yılına bir araştırmayı da örnek göstererek bunların olacağına ilişkin bilimsel kanıtların yirmi yıl önce de elimizde bulunduğunu hatırlatıyor. Bu araştırmaya göre beşten fazla cinsel birliktelik yaşadığı insan olan bir kadın, tek insanla cinsel birliktelik yaşayan bir kadına göre sekiz kat daha fazla cinsel yolla bulaşan hastalığa yakalanıyor. Ayrıca bu araştırma, cinsel yolla bulaşan hastalıkların evlilik dışı cinsel ilişkilerin artması ve ilk cinsel ilişki yaşının düşmesiyle birlikte yaygınlaştığını göstermesi açısından da önemli. Amerikada 20’li yaşlarının ortasına gelen insanların beşten fazla cinsel ilişki deneyimi olduğunu düşündüğünüzde bunun getireceği uzun dönem sonuçlar sanırım gözlerinizde canlanıyordur.

Örneğin 2015 yılında Amerikada yapılan bir araştırmaya göre cinsel yaşam açısından görece küçük bir kesimi temsil eden 15-25 yaş arası insanların neredeyse üçte ikisinde cinsel yolla bulaşan hastalıklar tespit ediliyor. Dahası, araştırmaya göre her yıl 20 milyon civarında tespit edilen bu tür hastalıkların yarısı sözü geçen yaş aralığında görülüyor. Gerçekten çok kötü bir durum. Anne babasızlığın, sağlıklı bir aile hayatından uzak oluşun, yapayalnızlığın Amerikan gençlerini sürüklediği nokta içler acısı. Eğer filmleri aklınızı kullanarak izliyorsanız, bunun filmlere de yansıdığını görebilirsiniz (ör: Kopma /Detachment -2011).

Feminizm dini sağolsun, kadına dinginlik bulacağı, anne olma istediğini güvenle giderebileceği bir yuva kurmaktansa sürekli gerginlik içerisinde ama özgür (!) bir yaşam sürmesi gerektiğini aşılıyor. Bunun etkisinde kalanlar birbirlerini koruyan, seven eşler olarak bir birliktelik kurmaktansa, tüm sorumlulukları reddedip bir otel veya ev odasına girip çıkan özgür bireyler olmayı tercih ediyorlar. Çünkü modernizm ve liberalizm, ki feminizm de onların bir alt şubesidir, tam olarak bunu istiyor. Sorumsuz, bencil, kendi çıkarından başka hiçbir şeyi önemsemeyen; düşünmeyen, uyum sağlayıcı olmayan ama özgür olan bireyler!

Bu sorumsuzlaşmanın, ahlaksızlaşmanın bedelini hem kadınlar hem de erkekler bu dünyada yapayalnız kalarak, sağlık sorunlarıyla, intiharla vb. birçok şeyle; yaşadıkları toplumlar ise dirliklerini yitirerek ödüyorlar. Sonrasında ise daha başka acılarla ödeyecekler, ödeyeceğiz. Hem erkek, hem de kadın toplumu oluşturan temel iki yapı taşı. Bunlardan birinin zarar görmesi, ikisine de zarar veriyor. Bu nedenle feminizm erkeklere saldırdığında dolaylı olarak kadınlara; kadınlara saldırdığında dolaylı olarak erkeklere saldırıyor. Bu kadar yalın gerçeği insanlara hatırlatan kimsenin kalmamış olması gerçekten durumun ciddiyetini gösteriyor.

Bu bölümle ilgili olarak devam edersek yazar, 2008 yılında yapılmış In the Age of Promiscuity: Women Have More Sexual Partners Than Men isimli başka bir araştırmadan bahsediyor. Bu araştırmanın temel sonucu diyor ki, kadınlar erkeklere göre daha fazla sayıda karşı cinsten insan ile cinsel birliktelik yaşıyorlar. Bu çalışmada söz edilen sonuçlar kesinlikle söz etmeye değer:

  • 21 yaşlarına geldiklerinde ortalama olarak karşı cinsten dokuz kişi ile cinsel birliktelik kurmuş oluyorlar.
  • Birliktelik kurdukları insanlara karşı vefasızlar. %50’si birliktelik yaşadıkları insanları aldattıklarını söylüyor. Bu yüzdelik dilimin yarısı en az iki defa bunu yaptıklarını söylüyor.
  • Araştırmaya katılanların yarısından çoğu bekaretini kaybettikleri kişiyi sevmediklerini söylüyor.
  • Araştırmaya katılanlardan 10 kişiden 7’si, bir gecelik ilişkiler yaşadıklarını itiraf ediyor. Bunlardan 5’i, bunu en az 5 defa yaptıklarını söylüyor.
  • %27’si evli de olsa bir erkekle birliktelik kurabileceğini, %14’ü ise en iyi arkadaşının erkek arkadaşıyla yatabileceğini söylüyor. 
  • Dörtte biri para için evleneceğini söylerken, %39’u kariyerinde yükselmek için patronlarıyla cinsel birliktelik kurabileceklerini söylüyor. Durum böyleyken feministlerin “sürtük” ve “zampara” nitelemelerindeki sözde cinsiyetçilikle uğraşmalarına ne demeli?

Eğer bunların anlamı yoksa, hiçbir şeyin anlamı yoktur… Her ne kadar bu araştırmalar Amerika toplumunu inceleyerek yapılmış olsa da, gördüklerimize ve TÜİK istatistiklerine bakarsak ülkemizde de durumun benzer olduğunu söyleyebiliriz.

Evlilik dışı cinsel ilişkinin kötü sonuçları bunlarla da kalmıyor. 2013 yılında Psychology Today‘de yayınlanan iki araştırmaya göre gecelik cinsel ilişkiler, uyuşturucu, alkol gibi maddelere bağımlılığı arttırıyor; zihinsel /ruhsal sağlık problemlerini tetikliyor. Alkol ve uyuşturucu benzeri şeylerin, insanların ikili ilişkiler geliştirmesine zarar verdiği zaten bilinen bir gerçek. Aptal olmayanlar kendi çevrelerinden de bunu görüyor olmalılar. “Özgür içici” deyimi iyi şeyler çağrıştırmaz herhalde… “Özgür sevişicilik” de öyle bir şey olsa gerek; elde ettiğini ve kaybettiğini bir ölç, değiyor mu?

2013 yılındaki bir başka araştırma ise evlilik dışı cinsel ilişkinin, toplumda babası olmadan büyüyen kız çocuklarının artmasına sebep olduğunu gösteriyor. Dahası, babası olmadan büyüyen kız çocukları ihtiyaç duydukları güven ve onaylanma duygusunu dışarıda cinsel çekiciliklerini kullanarak gidermeye çalışıyorlar. Eh, bu davranışın getireceği sonuçları söylemeye gerek var mı? O yüzden eğer bu yazıyı okuyan bir anne babaysanız —ki değilseniz bile olasılıkla ileride olacaksınız— bunları lütfen göz önünde bulundurun. Çocuğunuza, yakınlarınıza bunları öğretin. Toplumumuzun dirliği, doğrudan bizlerin ahlaklı bireyler olarak birbirimize tutunmamıza bağlı. Kitapta yer almayan pek çok araştırma, kız olsun oğlan olsun babasız büyüyen çocukların yetişkinliklerinde ruh hastası olduğunu kanıtlamıştır. Bunu ayrı bir inceleme konusu olarak sonraya bırakıyoruz.

Sonuç olarak özetlersek feminizmin cinsel özgürlük adı altında aile ve evlilik kurumuna açtığı savaş sonucunda insanların sorumluluk almaktan kaçarak günlük cinsel ilişkiler yaşaması toplumun geneline yayılan bir bozukluk haline geldi. Bunun kısa dönem etkileri özellikle kadının ve erkeğin hem beden hem ruhsal sağlığının bozulması, madde bağımlılıklarının artması, sağlıklı ikili ilişkiler kurabilmenin gitgide imkansızlaşması, uzun dönem etkileri ise toplumun çözülmesi sonucunda yıkılması olacaktır.

Dokuzuncu Bölüm: Feminizmin Tepkisi

Bu bölümde feministlerin “mesajı yayma” konusunda kendi çalışmalarının yeterli olmayacağını fark etmelerine ve erkek müttefikler kazanma stratejisine yönelmelerine değiniliyor. Çünkü bir erkek feminist olduğunda eğitilmemiş yığınlara bir “kadın hakları savunucusu” gibi görünmüyor. Doğru ve makul bildiği şeyi savunan biri gibi görünüyor. İşte bu, bizim bu sitede anlatmaya çalıştığımız asıl hipnozu ortaya çıkaran önemli bir etmen. Yani hipnozun etkisindeki kadınların ve erkeklerin kadının üstünlüğünü feminist jargon kullanmadan savunur duruma gelmeleri. Bu kişiler kendilerinin feminist olduklarının farkında bile değiller! Batı’da ve Türkiye’de erkekler kendilerinden nefret ettiklerinin farkında bile değiller!

“He for She” olarak bilinen rezil kampanya, manspreading (erkeklerin toplu alanlarda bacaklarını açarak oturmaları) histerisi örnekleniyor. Feminizmin eğitime nasıl sinsice girdiğine değiniliyor. Aşılamanın feminizm tabelası altında gelmeyen bölümünün toplum yaşamının her katmanına sızmakta daha etkili olduğu, çoğu ABD bağlamındaki örneklerle gösteriliyor.

Onuncu Bölüm: Çözümler

Son bölümde yazar çözüm önerilerini sunuyor. Fakat buna da kötü bir haber vererek başlıyor: Batıdaki devletlerin tamamı ve bu devletlerin mahkemeleri feminizmin etkisi altında. Eğitim sistemi, sağlık sistemi tamamen onların kontrolünde. Bizim ülkemizde durum daha iç açıcı değildir. Ülkemizin mahkemelerdeki durum hakkında bir fikir edinmek için, hakim Önder Kanyılmaz tarafından yazılmış Erkeğin İtibarsızlaştırılması kitabı okunmalıdır. Erkek düşmanlığı Türkiye’de mahkemelerle sınırlı değildir, yaşamın her alanına sinmiştir. En basitinden geçenlerde çıkan yalnızca kadınlara özel üniversite haberlerini hatırlayın. Veya her gün okuduğunuz “kadına şiddet” haberlerini. En yalın ve çarpıcı örneklerden biri Beşiktaş’ta patronları tarafından darp edilen işçilerin haberidir sanıyorum. Olayda hem kadın hem de erkek çalışanlar şiddet görmelerine rağmen, kimi gazeteler “Meydan Beşiktaş’ta kadın çalışan, mal sahibi tarafından darp edildi” şeklinde başlık attılar. Fakat feminizm böyledir, insanı gözünün önündeki gerçeğe karşı kör eder. Erkek dayak yerse, bir haksızlık yoktur. Erkektir, dayak yemek görevidir. Ama kadın dayak yerse, dünya ayağa kalkmalıdır. Çünkü “kadına şiddete hayır”dır. Yani “erkeğe şiddete evet” ima edilir.

Yazar iyi haber olarak kimi ülkelerde erkeklerin bu durumun farkına vardığını ve harekete geçtiğini bildiriyor. Feminizmin etkisi altındaki ülkelerde doğum oranları düşüyor, evlilikler dağılıyor. Biraz istatistik okumayı biliyorsanız bu verilere internetten ulaşabilirsiniz. Ülkemizde de neredeyse her iki kişiden birinin ilk beş yıl içerisinde boşandığını TÜİK verilerinden görebiliyoruz. Bu göstergeler bir toplumun çökmekte olduğunun göstergeleridir, başka bir şeyin değil.

Çözüm önerileri ile ilgili olarak kısa dönemde yapılabilecek şeyleri sayıyor. Bunlar arasında ön sıralarda feminist baskıya direnip her fırsatta feminist yalanları deşifre etmek geliyor. Yazar, bunu yaparken anonim bir şekilde yapmayı öneriyor. Buna gerekçe olarak feministlerin, kendi karşıtlarına karşı ahlaksız davranışlarını veriyor. Biz bu kadar çekingen olunması gerektiğine katılmıyoruz. Bir kadın göğsünü gere gere utanmadan tecavüz iftirası atabilmesinin veya “bütün erkekleri öldürelim” diyebilmesinin nedeni zaten erkeklerin pısırlıklığı, sünepeliği, kılıbıklığı ve korkaklığıdır. Feminizmin kabul edilmediği toplumlar erkeklerin korkak olmadığı toplumlardır.

Bunun dışında feminist olduğunu anladığınız kişi ve kuruluşlara hiçbir şekilde yardım etmemeyi, onlara para kazandırmamayı öneriyor. Öyle ki, eğer iş yeriniz feminist bir iş yeriyse, mümkünse işinizi bile değiştirmeniz gerektiğini söylüyor. Biz başından beri bu sitede bunu öneriyoruz. Koç Holding, Arçelik, Opet, Shell, Aras Kargo, Hepsiburada, Gittigidiyor gibi şirketleri kara listemize alıyor ve onlardan alışverişi bırakıyoruz. Ancak bunun yüksek sesle, gerekçesi bildirilerek yapılması gerekir ki etkili olsun ve mesaj yayılsın. Kimliği gizlemek gerekiyorsa işte ancak bu gibi amaçlar için gerekebilir yoksa avukat ordularını saldırtır ve bizi susturmaya çalışırlar.

Son olarak bu konuda benzer düşünen kişilerin bir araya gelip birlik içerisinde hareket etmelerini öneriyor. Bu ve benzeri şekilde düşünen kişilerin azınlık olmadığını, yalnızca sessiz olduklarını söylüyor. Bu kişilerin bir araya gelmesiyle tıpkı feministlerin yaptıkları gibi birbirlerini eğitmelerinin, desteklemelerinin, korumalarının mümkün olacağını hatırlatıyor. Bu sitede başından beri bunu söylüyoruz. Sosyal medyada ve basın-yayında feminizm karşıtı olanlara ulaşıp yardımlaşmayı teklif ediyoruz. Bugüne dek tek bir olumlu karşılık almamış olmamız, okuryazar kesimin bile tehlikenin boyutunu anlamaktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

1 Comment

  1. Anonim

    İnsanların dev şirketlerin dev şirket olmalarının tesadüfen olmadığını anlamaları lazım. Birileri bu şirketlere diyor ki “bakın size devasa paralar kazandıracağız, fakat bu paranın bi kısmıyla bizim hedeflediğimiz şeyler uğrunda didinmeniz şartıyla”. Bunu kabul eden şirketler devleşiyor ve onları devleştirenlere hizmet etmeye devam ediyorlar. Çark böyle işliyor. Bunu okullarda öğretmeyen bakanlığın milli olduğundan şüphe ederim.

    Trendyol’u da bu kara listenizin arasına ekleyin. Trendyol kendi içerisinde açıkça kadınları kayırıyor ve daha da kayırılması için para harcıyor. Çalışanların bazı özel günlerinde çalışanlarına sormadan onlar adına bir vakfa para aktarıyor. Bu aktarmadan sonra çalışanına gönderdiği mesajı aynen paylaşıyorum:

    “Kadınların liderliğinde bir toplumsal dönüşüme, eşitsizliğin ve yoksulluğun olmadığı bir dünya hayalimize ortak oldun.”

    Bir süre önce “İşinden eve dönen kadını, evde kocası bebeğiyle karşılar” diye verilen reklamlarla birlikte düşünün.

Leave a Reply

Doğrulama *Captcha loading...

Pin It on Pinterest