Genel

Feminizmi Besleyen 20. Yüzyıl Dogmaları

Modernizm, eskiye özgü olanı kategorik olarak kötülemiş ve gözden düşürmüş, yeniyi salt yeni olduğu için yüceltmiştir. Eski inanışları ve yaşam biçimlerini “dogma” olduğu gerekçesiyle silmiş, yerine yeni türemiş dogmaları koymuştur. Feminizmin yeşerdiği bu bitek toprakta, bitkiyi besleyip büyüten başlıca üç temel element bulunur.

Ruh-Beden Ayrılığı İnancı

Ruh-beden ikiliğinin kökenini, ilginç bir biçimde önce Müslüman bilginlerin bulup, araştırıp Arapçaya çevirdikleri Eski Yunan kitaplarında buluyoruz. Eski Mısır’dan ve dolayısıyla Babil, Sümer gibi eski Mezopotamya uygarlıklarından etkilenmiş olan Helen düşünürler, insanın benliğini ruh ve beden olarak ikiye ayırmışlar. Babil’in kalıntıları üzerinde yükselen Pers uygarlığının kadim kitabı Avesta’da da ruh ve beden ayrılığı, bugünkü çevirinin isabetli olabildiği kadarıyla sezinleniyor. Bu ayrım, insanın varoluşunun sonlu olmaması gerektiği sorununu çözebilme konusunda işlevsel olduğu için kuşaklar boyunca terk edilmemiş. Çünkü insan farkındadır, sonlu olmak ve ölünce sona ermek mantıklı ve doğru gelmez. Varoluşunu anlamlı kılabilmesi için ölümün son olmaması gerekir. Bugün ateistlerin konuşmalarında, yazdıkları metinlerde bile “eserleriyle yaşayacak”, “çok çile çekti ama sonunda mutlu olabileceği bir yere gitti”, “rahat uyu” gibi ifadeleri görüyor olmamız, onların da ölümün son olduğuna inanmak istemeyişlerinin işaretidir; ağızlarından kaçan birer dil sürçmesidir. Yine de sonsuz yaşam veya ölüm ötesi kavramlarının düşünülebilmesi için ruh-beden ikiliği zorunlu değildir. Sözgelimi İslam veya Zen Budizmi gibi öğretilerde bu ayrıma rastlanmaz.

Eski Yunan’dan, Aristo’dan, Eflatun’dan fazlasıyla etkilenmiş olan Doğu Roma’lı yazıcıların İsa’nın sözlerine katarak, ekleyerek yazdıkları İncil’de ruh-beden ikiliğine açık seçik biçimde rastlarız. İncil’in seküler, modern Batı üzerindeki etkisi silinmiş olmaktan çok uzaktır. Dinsel metinleri karşılaştırmalı okumayan, Batılı yaşam tarzının dinsel kökenlerini bilmez. Herhangi bir modern bilgi disiplininde yetkinliğe ulaşmış kişiler, çalışma alanları ne olursa olsun en azından üç dinin bilgisini edinmek zorundadır. Özellikle ülkemizde üniversite çevrelerinde dinlerin “tü-kaka” olduğu inancı bulunduğu için, öğretim üyeleri kendi toplumlarının dinlerine uzak kaldıkları gibi, öbür ikisine, yani Batının dinlerini de bilmeseler olur sanırlar. Kazın ayağı öyle değildir. Bugünkü “dinsiz, Allahsız” Batılı yaşam tarzı da büyük oranda İncil’in öğrettikleri üzerine, doğru veya yanlış tefsirleri üzerine kurulmuştur.

Yukarıda örneklediğim ateistlerin gündelik yaşamda “ruhuma iyi geldi” benzeri ifadeleri de yadırgamaksızın kullanmaları, ruh-beden ikiliğinin “Tanrı’ya inanmak” konusunun ötesinde, daha yaygın bir kabul gördüğünü gösterir. Ateistler bile Batılı toplumların İncil’den öğrendikleri kavramlar, kabuller ve varsayımlara katılırlar farkında olmadan. Çünkü toplumun bilinci, kişinin bilincinin üzerinde inşa edildiği yapıtaşıdır. Bebekken toplumumuzun diliyle konuşmayı öğrenir, toplumumuzun kavramlarıyla düşünmeye başlarız. Vicdan, bellek, bilinç ve bilinçaltı gibi kavramlar kişilere olduğu kadar toplumlara da özgüdür. Modern Batı, çocukluğunda ve gençliğinde aldığı eğitimin etkisinden istese de kurtulamayacak bir kişi gibidir; Kitabı Mukaddes’le ilişkisi böyle açıklanabilir.

Ruh ile beden iki ayrı varlık olduğunda, gündelik yaşamın her bir parçası bu inanca göre biçimlenir. Obezlerin ruhlarının sağlam, bedenlerinin çürük olduğu düşünülür. Kanserin fizyolojik nedenleri aranır yalnızca. Benliği bir kez ruh ve beden olarak ikiye ayırdınız mı, materyalist doktorlar ruhun yokluğu üzerine bir evren algısı inşa etmeye kalkar, bütün arızaların nedenini moleküllerde arar, depresyon hastalarına moleküller yuttururlar. Aslında bu tepki, ruh-beden ikiliğini reddeder görünürken onaylar. Çünkü yine onun terimleriyle konuşur “ruh yoktur, yalnızca beden vardır” derken.

Bu ayrım doğal olarak feminizme de zemin hazırlamıştır. Kadınla erkek arasındaki “bedensel farklardan” dolayı ortaya çıkan hukuki eşitsizliğe işaret edildiğinde, kadınla erkeğin yalnızca bedensel olarak farkı olduğunu, ruhsal ve zihinsel (ki “ruh”un parçasıdır) açıdan eşit oldukları tepkisini verirler. Yani en başta benliğin iki parça olduğu kabulünü sürdürürler; aynı ayrımın terimleri ile konuşurlar.

Oysa benliğin niteliklerine bilinç, ruh, gönül, bellek, mizaç, zeka gibi adlar verilmesi, yalnızca anlaşmayı kolaylaştırmak amacı gütmüştür en başta. Bunların nerede başlayıp nerede bittiğini hiçbirimiz bilmediğimizi kabul ederiz. Her birini güçlükle tanımlarız. Yaşadığımız ve tanık olduğumuz gerçeklik, benliğin birbirinden bağımsız çalışan şubeleri olmadığı, bütün benliğin bir “paket” olarak yaşama yöneldiğidir. Bilimsel kanıtları anılamayacak denli çoktur; milyonlarcadır; her yerdedir. Gerçekte kadının bedeni ve ruhu iki ayrı şey değildir. Evrim veya Tanrı –hangisini yeğlediğiniz sonucu kesinlikle değiştirmez– insanı bütün olarak yaratmıştır. Kadının ve erkeğin bedeni farklı ise, “ruhu” da buna paralel olarak farklıdır. Bedenlerinin her bir parçası, neredeyse her bir dokusu farklı olan kadının ve erkeğin ne zihinsel, ne duygusal, ne “ruhsal” olarak eşit veya denk olması beklenebilir. Nitekim kadının ve erkeğin “bedensel olmayan” farklarını belgeleyen binlerce bilimsel yayın bulunmaktadır; öyle ki burada sıralamamız olanaksızdır.

Hatta bunu bireyler üzerinden tartışmak bile yanlıştır. İnsan ancak toplum olarak sağ kalabilen bir canlı olduğuna göre, en bilimsel ve en sağgörülü incelemenin nesnesi, toplumun dişi bireyleri ve toplumun erkek bireyleri olacaktır.

 

Tanrı’nın Kusurlu Olduğu İnancı

İncil’in Batı üzerinde bıraktığı etkinin bir parçası da kusurlu Tanrı imgelemidir. Tevrat’ta Tanrı’dan söz eden bölümler onu gökte duran, öfkelendiği zaman kendi yasalarını (doğa yasalarını) çiğneyerek insanları cezalandıran, acıdığı zaman yine kendi yasalarını çiğneyerek gökten elini uzatan ve sevdiği insanları kurtaran bir özne olarak anlatır. Pek çok bölümde Tanrı’nın pişman olduğu, karar değiştirdiği, öfkeye kapılarak haksızlık ettiğini okuruz. Yahudiler Kudüs Tapınağı’nın yıkılışından beri, yani en az iki bin yıldır bu metni okumakta ve çocuklarına okutmaktalar. Evren algıları ve Tanrı algıları bu kitaba ve kitabın yorumlarına göre biçimlenmekte.

İncil’e geçtiğimizde bu imgelemi bulamayız. Ancak bu kez kendini insan biçimine sokan, yine “gökten” yeryüzüne inen, sonra acı çeken, ölen, bütün insanları nedensiz yere bağışlayan tutarsız, mantıksız bir tanrı anlatılır. Tanrı yine kusurludur. Kusuru, mantıklı olarak açıklanamayacak, tutarsız davranışlar göstermesi, evrensel olmayan kurallar koymasıdır.

Kitabı Mukaddes’in dışına çıktığımızda yine bu inancın kökenini eski Mezopotamya’da, Mısır’da ve Eski Yunan’da buluyoruz. Bu çökmüş uygarlıkların çöküş dönemi mitolojilerinde –ki elimizdekilerin neredeyse tamamı çöküş dönemi materyalleri olmalıdır– insanlarla kavga eden, mücadele eden Tanrı öyküleri buluyoruz. Elçileri aracılığıyla yeryüzünde “kendileri gibi” (!) bir tür yaratmak istiyorlar, sonra bu tür denetimden çıkıyor, pişman oluyorlar (bkz. Tevrat), türü yok etmek için yeryüzüne felaketler gönderiyorlar. Prometeus gibi kahramanlar “iyi adamlar” çünkü insanları ne yaptığını bilmeyen şaşkın, öfkeli tanrıların gazabından kurtarıyor. Helen metinlerinin ve Tevrat’ın karşılaştırmalı bir okuması, Prometeus’un “bilgi ağacı” olarak Tevrat’a girdiğini görmeye yeter. Tanrılardan çalınan ateş, aslında bilgiden başka bir şey değildir. Pek çok toplumun destanlarında veya dinsel metinlerinde Tanrı(lar) insanlara bunu kendi dilekleriyle verirler. Ama Kitabı Mukaddes’te kavga ile verilir. Kitabı Mukaddes’in tanrısı insanlarla kavgalıdır.

Batı’nın toplumsal belleğindeki Kitabı Mukaddes izinin hiçbir zaman silinmeyeceğini söylemiştik. Toplumlar, onları var eden mitoloji üzerinde yükselir. Mitoloji terk edildiğinde o artık başka bir toplum olmuştur. Çünkü bir insan kalabalığını birbiriyle birlikte yaşamak, aynı yasalara uymak, aynı ahlakı ve anlam evrenini benimsemek üzere ikna eden şey mitolojidir; yani varlığa ve bütün bir varoluşa verilen anlam kümesidir. Hem Eski Ahit’te hem de Yeni Ahit’te kadınların dışlanmış ve toplum yaşamında geri planda kalmış cinsiyet olarak karşımıza çıkması bir rastlantı değildir. Tevrat’ın kimi bölümü vardır ki kadını neredeyse aşağılar. Yahudilerin ikinci kitabı olan Talmud’da durum değişmez, belki daha ağırlaşır. Okuyanlar bilir, Hristiyanların birinci kitabı olan İncil’de durum düzelmiş gözükmez. Kitapları okumaya üşenenler en azından şunu düşünsünler: Her iki dinde de kadınlar din adamı olamaz örneğin. Durum böyleyken feminizmin Batı’da ortaya çıkmasına şaşırmalı mıyız? Orta Doğu kültüründe kadının “yüzlerce yıldır ezildiği”, “kadının özgürleşemediği” gibi propaganda bu gerçeği perdelemek için yapılan bir yansıtmadır. Ne yazık ki yeni kuşak ne Türk kültürünü, ne de İslam tarihini bilmiyor. Bilmemesi için var güçleriyle çalışan Batı sevicileri, masonlar ve cahil bilimadamları sayesinde… Böyle olunca da onları gerçeğin tam tersine inandırmak, utanılacak bir kültüre ait olduklarını aşılamak kolay oluyor.

Bugün Batı edebiyatında Tanrı’yla kavga sürüyor. Roman, tiyatro, sinema, bilgisayar oyunu gibi eserlerde Tanrı’ya mantıksız işler yaptırılmaya devam ediliyor. Tanrı’ya rahatça sövülüyor çünkü kusurlu olan bir şeye neden sövülmesin?

Çocukluğu ve gençliği boyunca bu kusurlu Tanrı’nın öykülerini dinlemiş olan kişi, yani Batı, büyüdüğünde bambaşka bir kişi mi olsun? Bu olanaksızdır. Bugünkü fikir dünyası kusurlu Tanrı imgelemi üzerinde yükselmektedir. Eski Ahit’in kadını “erkeğin kemiğinden” türeten, Yeni Ahit’in kadını “erkek için” türeten Tanrı’sı, kendisinden nefret eden feminizmi de türetmiştir. Feminizmin söylemi yaklaşık olarak şöyledir:

“Kadının erkekten zayıf olması, ondan kısa olması ve ona aşağıdan bakması, bütün uygar toplumlarda onun tarafından yönetiliyor olması bir hatadır. Batı Aydınlanması, eski dindar /karanlık dönemlerde olduğu gibi Tanrı’nın kusurlarını kabullenmeyi istememiş, bu kusurları kendisi onarmayı teklif etmiştir. Tanrı’nın hatalı yarattığını modern insan şimdi onarmaktadır. Kadın yüksek toplukla erkeğin boyuna erdi. Yasal sistemler, erkek kadar iyi yapamadığı işlerde kadına ayrıcalıklar tanıyarak bu açığını kapattı. Yaşamın her alanına yayılan ayrıcalıklarla, yani erkeğin aleyhine eşitsiz olan düzenlemelerle, gerek üretim araçları, gerek karar verme yetkisi kadının eline geçmekte. Modern insan din bağnazlığının boyunduruğundan kurtuldu, böylece kusurlu Tanrı’nın kusurlarını kendisi onarıyor. Tanrı’nın en büyük, en nefret edilesi kusuru erkeği ve kadını eşit yaratmamasıdır. Feminizm bunu onarır.”

Bu paragrafı hiçbir yerde bulamazsınız. Doğrudan bu biçimde yazılmaz. Ama feminist yapıtların alt metinlerinde hep bu vardır. Yukarıdaki paragrafta Tanrı sözcüğünün yerine evrim sözcüğünü koyarak okuyun. Sonuç değişmez. Deist feministlerin Tanrı’yla hiç bitmeyecek bir kavgaları olduğu gibi, pozitivist-materyalist-ateist feministler de evrimle kavgalıdır. Ama bunu açığa vuran, “kral çıplak” diyen kişilerden ve yapımlardan yoksunuz şimdilik. İşte tam olarak bu yüzden, feministlere bilimin somut verileriyle de gitsek, eski dünyanın ahlaki doğrularıyla da gitsek sonuç değişmiyor: Sağlıklı olmayan bir duygusallıkla, sansür talepleriyle, resmi makamlara susturma ve cezalandırma çağrılarıyla, abartılı bir mağdurluk iddiasıyla karşılanırız. Feminizmin soğukkanlı bilimsel ve/veya felsefi bir tartışmaya katkısı, sövgü, çığlık ve gözyaşıdır. Arkasından gelecek olan ateşin habercisidir. Bu, engizisyondan beter bir kafadır. Aslında modern çağ, sözümona kahır dolu engizisyon sistemini bitirmiş ama yerine daha beterlerini, daha bağnazlarını koymuştur.

 

Özgürlük – Bireycilik – Sekülerlik Üçlemesi

Yukarıdakiler aslında bu üçüncü dogmayı açıklamaya gerek bırakmadı. Aydınlanma filozoflarının her biri saçmalıklarını ipe dizmişler ve körpe beyinlere yedirmişlerdir. Bugün Hobbes’un, Bacon’un, Locke’nin, Monteskiyü’nün falanın ve filanın nerede nasıl saçmaladığı uzun uzun irdelenmiş ve çürütmeleri yapılmış olmasına karşın heykelleri hala dikilmekte ve şişirdikleri balonları patlamasın istenmektedir; anlamak güçtür.

En temel, en basit düzeyde, yani biyolojik-materyalist düzeyde insan, toplum olarak sağ kalabilen bir canlıdır. Çocuğunuzu kamptaki kişilere bırakıp ava gidebilmelisiniz ki o gün yiyecek bir şey bulabilesiniz. Fırıncı size ekmek yapmalı ki karnınız doysun. Tamirci arabanızın cıvatalarını iyice sıkmalı ki takla atıp ölmeyesiniz. İnsanların her birini ötekine karşı sorumlu davranmaya yönelten bir şey var. Buna ister ahlak deyin, ister din, ister düzen, sonuç değişmeyecektir. Bir toplumun bütün bireylerinin aynı temel doğrular ve yanlışlar kümesi üzerinde uzlaşması bir zorunluluktur. Toplumun bütün bireyleri, –adını ne koydukları çok önemli değil– Tanrı’ya karşı olan sorumluluk üzerinde birleşmiş iken çatlak bir ses çıkıp “ben Tanrı’ya saygı göstermeyeceğim” veya “bence Tanrı yok” dediğinde bunun sonuçları hemen göze görünmeyebilir. Ancak aradan geçen iki, üç aşıra baktığımızda bunun nasıl yıkıcı bir sonuç doğurduğunu fazla fazla görüyoruz. Bugün seküler Batı, neyin insan olduğu gibi en temel, en yalın bir sorunun bile yanıtı üzerinde uzlaşamıyor. Bu kadar bölünmüş toplumları ancak korku bir arada tutabilir. Bu yüzden ABD ve Avrupa komünizm korkusu, terör korkusu gibi gerçekdışı, yapay tehditlere dört elle sarılıyor. Bu sefil bir rızadır. Bir toplumun düzeni korkuyla ayakta durabiliyorsa, uzatmaları oynuyor demektir. Böyle bir ortamda en küçük bir fikir ayrılığı, kağıttan kuleleri yıkacak rüzgar olabilir. Herkesin gergin olduğu, dört kişiden üçünün depresyon “hastası” olduğu bir toplum, içinde donmakta olan suyun basıncına direnen bir boru gibidir. Hiç donarak çatlamış boru veya kazan gördünüz mü? Öyle mükemmel bir çatlak oluşur ki, lazerle kesildi sanırsınız. Ve çatlaması birkaç salisede sürer. Bugün modern, seküler, özgürleşmiş toplumlar basınca direnen boru gibidir. Eşik aşıldığında ve kendilerini birbirilerini doğrarken bulduklarında, veya üçüncü dünya savaşını çıkardıklarında, bu duruma nasıl geldiklerini anlamayacaklar.

Aydınlanma düşünürlerinin sekülerlik dediği şey, eskinin Tanrı yasası yerine gücü yetenin gücü yettiğinde dayattığı paşa gönül yasasıdır. Derler ki, “Kilise’nin paşa gönül yasalarına uyuyorduk, şimdi daha mı kötü oldu?” Evet, çünkü bizde Kilise yoktu! Türkler geleneksel yasaya uyageldiler. Yani toplum vicdanı ile bir “Tanrı sözcüsünün” arasındaki sürgit felsefi gerginliği yaşamadılar. Batı kendi metinleriyle, kendi kusurlu Tanrı imgelemiyle kendi kavgasını ediyor, kendi çözümlerini buluyor. Peki, bize ne oluyor? Önceki başlıkta açıkladığım üzere, bütün mesele Türk gencinin uzay-zaman düzleminde bulunduğu noktadan habersiz olmasıdır. İzlediği pek çok “seküler” filmin, okuduğu “seküler” romanların tıka basa Tevrat ve İncil göndermesiyle dolu olduğunu fark etmez, zavallı. “Çok güzel olmuş” der, “çok okuyorum, çok bilgiliyim”. Diploması olmadığı için bilgisiz dediği yurttaşına küser sonra. “Eskilerin ezberi” dediği dini, o ezberi önce bir öğrenmeden çöpe atabildiğini sanır. Çok salaktır; gerçekte çöpe attığı yalnızca kendi kültürü, kendi tarihi ve kendi gerçekliğidir. Çünkü burun kıvırdığı Tevrat’ı ve İncil’i okumadı ki, seküler sandığı malzemenin onda dokuzu ondan türemiştir. Çok aptaldır, Tevrat okumadığı için ağzında zeytin dalı tutan güvercinin barışın simgesi olduğunu sanır. Çok cahildir, imamın hahamla veya rahiple aynı şey olduğunu sanır. Öyle cahildir ki, Türklerin Müslüman olunca kadınlara tekme-tokat giriştiklerini sanır. Yaşamın gülünç bir karikatürüdür algıladığı evren. Çünkü seküler yaşam onları gerekli bütün bilginin okulda verildiği, on sekiz yaşında olmanın oy kullanma için yeterli yetkinlik olduğu, Aydınlanma öncesinde insanın yarı-hayvan olduğu gibi yalanlara inandırmıştır. Hayal dünyasındadır; kadınların binlerce yıl boyunca sistemli aşağılanmaya katlanabileceğini düşünür. Hani alışveriş sitelerinde olur ya, “bunu alan şunu da aldı”. Bu gülünç yalanlara kanan gençlerin kadınların on bin yıl boyunca itilip kakıldığına inanması sürpriz değildir.

“Biz falanca dine inanıyoruz, bu dine göre kadınların evde oturması gerekiyor, gençlerin işe alımında erkeklere öncelik tanınsın” deseniz bir sizi katrana ve tüye bulamadıkları kalır. Ağaca bağlayıp yakmadıkları kalır. Ama öte yandan kimin beslediği meçhul bir avuç çığırtkan “kadınlara anayasal kayırmaca gerekir” deyince kimseden tık çıkmaz, anayasa bu buyruğa uygun olarak hazırlanır. Aynı cümleyi “biz filanca dine inanıyoruz, kadınlara anayasal kayırmaca gerekir” biçiminde kursalar kafalar karışacak, mavi ekranlar ortalığı dolduracak ama sonuçta “ülkenin dinsel yasalara göre yönetilemeyeceği” ilkesi uyarınca talep geri çevrilecekti. Sekülerliğin özeti budur. Üstün kılmak istediğiniz dininize “din” adı vermeyerek beyni uyuşmuş milyonlarca şaşkına o dini dayatabilmenin fiyakalı adıdır. Dürüst olup da feminizmin “dinlerden bir din” olduğu söylenseydi, bu kadar kısa zamanda bu kadar yol alamayacakları kesindi. Feminizmin, sekülerliğin veya modernizmin bir din olmadığı söylenebiliyor çünkü bu aldatmaca en başında, dinin “kişinin kendisiyle Tanrı arasına” hapsolmuş, hani çaya şeker atma tercihi gibi bir “vicdan meselesi” olduğu ezberletildi hepimize. Oysa zihinlerimiz de, bedenlerimiz de toplumsaldır. “Nasıl yaşadığıma kimse karışamaz” sloganı insanın bilinen bütün nitelikleriyle çelişmesinin yanı sıra, kendi içinde çelişir. Bu sloganı çığıran, sloganın muhatabı olan kişiye nasıl yaşayacağını söylüyor! Feminizm, işte böyle mantıksal karadeliklerin ürünüdür.

Leave a Reply

Doğrulama *Captcha loading...

Pin It on Pinterest