Ödül abonesi yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın son filminde Sinan, öğretmenlik bölümünü bitirmiş ve yazar olmaya heveslenen bir gençtir. Eve dönünce bir yandan babasının kumar borçlarıyla yüzleyeşecek, bir yandan kitabını bastırmanın yollarını arayacaktır.
Filmin hemen başında Sinan üniversitenin son yılını bitirerek eve geldiğinde kitaplarını yeniden rafa diziyor. “Annem kaldırmış” diyor babasına. “Kaldırır o, sevmez öyle gereksiz şeyleri” diyor babası. Anası salondan içeri laf yetiştiriyor: “Sen seviyodun da n’oldu sanki konuşturma beni akşam akşam!” Filmin sonunda babanın kitapları sevmesinin sonucunun ne olduğunu göreceğiz.
Sinan kasabada lise arkadaşı Hatice’ye rastlıyor. Hal hatır soruşup gelecek tasarılarını konuşuyorlar. Sinan kasabada kalma niyeti olmadığını söylerken “Erkek için daha zor buralarda, iç güç falan” diyor. Hatice buna bozuluyor. Hatice’ye göre evlenip evinde oturması ve geçim kaygısı yaşamaması bir kadın için iyi bir şey değil. Hatta bunu bir ceza sayıyor. Erkekleri kastederek Sinan’a “Hep siz mi gideceksiniz?” demesinden ve öbür cümlelerinden belli oluyor. Hatice, erkeklerin istedikleri yere gidebildiklerini düşünüyor, “özgürlüklerine” imreniyor. Yaşadıkları zorlukları görmezden geliyor. Tıpkı bir feminist gibi. Sinan bu sahnede Hatice’ye feminist derken isabet ediyor. Hatice, uzaklarda aradığı ve erkeklerin erişebildiğini sandığı düşlerindeki yaşamı iyi yaşam, evindeki, kasabasındaki kadın yaşamını kötü yaşam sanıyor. Sinan durumun farkında ve Hatice’nin yaşamın güzellikleri olarak saydığı romantik kurguların hiç bir “numarası” olmadığını söylüyor. Çünkü Sinan Hatice’nin uzaklarda var sandığı o yaşamın içine kısmen girmiş ve bunların boş özlemler olduğunu biliyor. Burada aslında feminist retoriğin bir minyatürü karşımızda duruyor. Feministler kadınların kadın oldukları için “erişemedikleri” şeylerin hep daha iyi olduğunu öne sürerler. “Gel o zaman erkek gibi kömür madeninde çalış, savaşa git” dersiniz, kulaklarını yumarlar. Kadınlar yalnızca yönetici olsun isterler. Hatice uzaklara giden gemilere paralı yolcu olarak binen “özgür” erkeklere özeniyor. Ama geminin elleri nasırlı çımacısının, makinacısının, günde on iki saat çalışan komisinin de erkek olduğunu unutuyor. Feminizmin en basit örneği budur.
Hatice’nin istemediği kişiyle evlendirildiğini anlıyoruz. Ama bunu kadın mağdurluğuna yormakta acele etmeyin çünkü kocasının istediği kişiyle evlenip evlenmediğini bilmiyoruz. Hatice bir yandan istemediği zengin adamla evlendirildiği için üzüldüğünü söylüyor, bir yandan da işsiz olan liseden sevgilisine “çoluk çocuk” diyor. Feminizm bu davranışla da barışıktır. İstemediği zengin kocayla evlendirilince kadın mağdur, severek evlendiği kocası yeterince para kazanamayınca yine yalnızca kadın mağdur…
Film boyunca baba, oğluna bir kez bile dokunmuyor. Senaristin bunu özellikle yaptığı çok belli. Sevgisini doğrudan sevgi sözcükleriyle ve dokunarak göstermeyen babalar çoktur. Bu babaların sevgisiz olduğunu sanmak budalalıktır. Sevginin asıl büyüğü ve taklit edilemeyeni sözcüklere ve dokunuşlara sığdırılmaya çalışılmayanıdır. Eylem düzeyinde otaya çıkar. Babanın oğluna olan sevgisi eylem düzeyinde ortaya çıkıyor. Anası ise oğlunun yazıp bastırdığı kitabın kapağına şöyle bir bakıp bir kenara atarak onu ne kadar sevdiğini göstermiş oluyor.
Film boyunca baba, annenin laf sokmalarına ve incitmelerine gülerek tepki veriyor. Hiç sert karşılık vermiyor. Diyaloglardan anlıyoruz ki evlilik süresince ne karısına, ne çocuklarına elini kaldırmamış.
Eşya taşıyan hamallar ailenin kapısını çalıp ödünç ip istiyorlar. İp verilip taşımaya yardım edilene kadar daire kapısı aralık kalıyor. Eve gelip kapıyı kapatan Sinan kabanın duruşundan kuşkulanıp ceplerini yokladığında 300 lirasının eksilmiş olduğunu görüyor. “Kim aldıysa versin, bastıracağım kitabın parasıydı” diyor. Babasının aldığını düşünüyor ama bunu söylerken kız kardeşine yönelip ortamı kasıtlı olarak geriyor. Babası durumu anlıyor ve daha sonra kendinden şüphelendiği için oğlunu utandırıyor; incitmeden.
Bastırdığı kitabı gösterdiği sahnede anası Sinan’a babasına “işe yaramaz” dediği için kızıyor. Sinan anasının gençliğinde yaptığı hatanın cezasını çektiğini söylüyor. Bundan önceki sahnede Sinan’ın köy imamlarıyla kahvede laflarken kadere inanmadığını, her şeyde bir nedensellik olduğunu, maddesel bolluğun inanca yer bırakmadığını söylediğini hatırlayalım. Anası, gençliğinde babasının tinsel (manevi) yönünün güçlü olmasından etkilendiğini anlatıyor. Gençliğinde herkes maldan mülkten söz ederken Sinan’ın babası toprağın kokusundan, kuzulardan, çayırların renginden söz edermiş. Hâlâ bunlardan söz ettiğini görüyoruz. Sinan insanları sevmediğini itiraf ediyor. Filmin başından bu ana kadar gerek kendini beğenmişliği, gerekse çevrede gördüğü ahlaki çöküntü nedeniyle böyle olduğunu anlamıştık.
Aslında bu itirafa gerek yoktu. İmamlarla konuştuğu sahnede Sinan, babasının kumarına laf ettiklerini ama kendi aldıkları maaşların o kumarların parasıyla (vergiyle) ödendiğini ima etmiş ve onları paylamıştı. Hemen arkasından babasının çok sevdiği köpeğini çalıp satarak imamlara ettiği lafları yalanlamış oldu. Sinan’ın kitabı için yardım istediği belediye başkanı ve iş adamı bu isteği geri çevirmişlerdi. Sinan bunların da, imamların da ahlaksız olduklarını düşünüyor olmalı. Ama kendisi de aynı ahlaksız ortama uyum sağlamış oldu. Kitabını bastırmak gibi “yüce” bir amaç için. Köpeğin öncesinde dedesinin evinden eski kitap çalıp sahafa satmış, çalacak daha fazlasını da aramıştı.
Sinan askere gidip geliyor. Eve dönünce bastırdığı kitap kolilerini küf içinde buluyor. Anası ve kız kardeşi Sinan’ın hevesle yazıp güçlükle bastırdığı kitaba karşı o kadar ilgisizler ki, hem kitabı okumamışlar, hem de kolileri bodruma koymuşlar. Sinan annesine kitabı bastırabilmek için borca girdiğini söylemişti, anımsayalım.
Son sahneye geçmeden önce burada bir başka ilginçliği atlamayalım. Anası, Sinan’la uzunca konuştuğu önceki sahnede (askere gitmeden önce) “bugünkü aklım olsa yine evlenirim” dediği, malda mülkte gözü olmadığı için gençliğinde beğendiği kocasının emekli ikramiyesiyle kendine buzdolabı, telefon, kızına bilgisayar aldırmış. Oysa babası köyde atadan kalma kulübede emekliliğini geçireceği bir çiftlik kurmaya çalışıyordu. Yani kadının yaşı ilerleyince mal mülke, bayağı konfora teslim olmuş. Köyde bodrum katta yattığı için kocasıyla alay ediyor. Baba ise hala gençliğindeki gibi. Borçlarını kapattıktan sonra kendisine ve çiftliğine bir iki koyun dışında hiç bir şey almadığını kulübesinin, giysilerinin ve telefonunun değişmemiş olmasından anlıyoruz.
Ve son sahnede Sinan köye babasını görmeye geliyor. Babasının kaldığı yere, dedesinin evinin mahzenine iniyor. Sağı solu karıştırırken babasının cüzdanında kesilmiş bir gazete kupürü buluyor. Kendi yazdığı kitapla ilgili bir haber. Bastırabilmek için köpeğini çalıp sattığı ve babasını çocuk gibi ağlattığı için duyduğu vicdan azabı iki katına çıkıyor.
Filmin başlarında sevdiğini yitirdiğine üzülen Hatice’nin liseden sevgilisine şunları demişti Sinan: “O kadar da önemli biri olmadığımız ortaya çıktığında neden üzülüyoruz? Bunu temel bir aydınlanma alanı olarak ele alabilsek daha iyi olmaz mı? İnanmak dediğimiz şey sonuçta insanın içinde başlattığı bir eylemdir.” Sinan o kadar da önemli biri olmadığını askerden dönünce kitabının hiç satmamış olduğunu öğrenerek anlıyor. Bunu “temel bir aydınlanma alanı” olarak ele alabilmesi için babasının kulübesine gidip kitabını okuyan tek kişinin o olduğunu öğrenmesi gerekiyor. Babası, sık sık açıp okuduğu için kenarları buruşmuş kitabını Sinan’a göstererek “benim en iyi arkadaşım bu” diyor. Bu arada Sinan’ın babasından öğrendiği şeylerin kitabına doğrudan katkı yapmış olduğunu da öğreniyoruz. Sinan’ın vicdan azabı bir kez daha katlanıyor. Kendini öldürmeyi düşünecek kadar. Ama Sinan içindeki inanca tutunuyor. Sinan’ı babasının “haklı çıktılar, su çıkmayacak” deyip pes ettiği, kendisinin de daha önce alaya aldığı kuyuyu şimdi kazarken, “saçma” bulduğu hayata inanırken görüyoruz ve film bitiyor.
Böylece babasının kitapları sevmesinin sonucunu, yani anasının anlayamadığı sonucunu görmüş oluyoruz. Pek çok yaşıtı gibi yaşama anlam vermekte zorlanan Sinan, babasının içindeki sevgiden minik bir parça almak zorunda kalıyor. “Toprak herkese yeter” diyen, kuyudan su çıkacağında ısrar eden, su çıkmayacağına ikna olduğunda bile bunda bir hayır gören ve çiftlik planlarını iptal etmeyen, oğlunun kitabını defalarca okuyan babası umut ve sevgi sahibidir. Elbette hataları da vardır. Ama sevginin yokluğunda gerçek yalnızca acıtır. Sinan’ın kendisine insanları sevmeyi öğretecek ne varsa ona tutunması gerekiyor. Sinan filmin başından beri kendisine umut veren hiç kimseyle konuşmadı; babası hariç.
Bu filmde babaya haksızlık göremiyorsanız feminizmin etkisi altındasınız. Bu filmde babaya yapılan haksızlık, öbür babalara yapılan haksızlığa benziyor. Babanın bir suçu alınıyor, bir kaç misliyle çarpılıp mutlak kötü ilan ediliyor. Sinan babasını üç kez hiç bir delile dayanmadan suçladı. Babası parasız kalıyor ve kumar oynuyor diye, onun bir yalancı ve bir hırsız da olabileceğini düşündü. Feminizmin ettiği de budur zaten. Bir erkeğin olumsuz bir davranışı alınır (sözgelimi karısına vurmuş olması gibi), sündürüle sündürüle adamın adı şeytana çıkartılır. Cadı avından beterdir bu. Feminizmin yeryüzündeki bütün kötülüklerden erkekleri sorumlu tuttuğunu görmek zor değildir. “Devletleri kadınlar yönetseydi savaş olmazdı” demek budur çünkü. En deli saçması genellemelerle bütün erkekleri hedef gösteren bir “nefret suçu”dur feminizm. Çoğunluğun suç işlediği bir yerde mahkemelerin bu suçu kovuşturmuyor olmasına şaşırmayın.
Kadınlara en büyük hakareti feminizm yapar. Feminizm kadar kadını aşağılayan bir ideoloji yoktur. Annesi oğlunun yazdığı kitabı okumuyor. Oğlunun düşünce dünyasıyla ilgilenmiyor. Filmde oğulun kitabını okuyan ve onun fikirleriyle, çabasıyla, düşleriyle ilgilenen tek kişi var, o da babası. Kadın ve kız kardeş karın tokluğu istiyorlar, bunun ötesiyle ilgilenmiyorlar. Oğul babaya nasıl haksızlık ettiğini anlıyor ve pişman oluyor. Filmin sonunda kuyuyu kazması onun babasına ettiği haksızlıktan tövbe edişidir.
Annenin ve kız kardeşin tövbesini ise görmüyoruz. Anne feministtir. Ama bu eylemcilik anlamında bir feministlik değildir. Toplumumuzun her yanını saran, kadın, erkek hepimizin düşünme biçimlerini, değer yargılarını ince ince değiştiren feminizmin etkisi altında olmaktır. Anne, borçlar nedeniyle “bu yaştan sonra” çocuk bakmak zorunda kalmasını utanılacak bir şey olarak gösterip kocasını paylamaktadır. Oysa feminizm ne diyordu, “çalışmak kadının hakkıdır”. Türkçesi: “Çalışmak kadının görevi değildir.” Sinan’ın annesine sorsak “erkeklere eşit” olduğunu söyleyecektir.
Anne, kızını da bu anlamda feminist yetiştirmiştir. Babasına terbiyesizce davranmasından sezilebiliyor. Sinan’ın anasına yönelttiği tek eleştiri babasıyla evlenmesiyle ilgili. Hatta anası, babasını savunur gibi olduğunda Sinan buna prim vermiyor. Sinan da feminizmin ezberleri altındadır. “Tacizci” yaftası yapıştırılan erkeğin hiçbir olumlu yanı yok sayıldığı gibi, “kumarcı” yaftasını yapıştırdığı babasının hiçbir olumlu niteliğini görmek istememekte, onu saf kötü ilan etmektedir. Son sahne dışında elbette.
Bu filmde babanın tinsel (manevi) yanı ananınkinden güçlüdür. Bu filmde ana dünyeviliğe (maddeciliğe) daha yakındır. Feminizm bizi görüntülerle, fotoğraflarla, görünenle düşünmeye zorlar. Görüntünün arkasındaki anlamları sorgulamaktan alıkor. “Kadına şiddete son” der; haksızlığın yalnızca fotoğrafı çekilebilen, izi kalan biçimiyle ilgilenir. “Eşler birbirine haksızlık etmesinler” demez asla. Ama haksızlığın büyüğü, fotoğrafı çekilemeyendir. Görüntünün ardında, derininde olandır. Haksızlığın büyüğü örtülü olandır. Feminizm “kadına şiddetin bahanesi olmaz” der, dünyanın bütün hukuk sistemlerinde var olan nedensellik ilkesini göz ardı etmemizi ister. Feminizm ve liberalizm insanları derin düşünemeyen, yalnızca gözüyle gördüğüne tepki veren, nedensellik bağları kuramayan, sığ, basit, düşük zekalı kişilere çevirir.
Eğer bu filmde babaya haksızlık göremiyorsanız Ortadoğu ve Batı kültürlerinde kadınlar için yapılan olumsuz genellemeleri doğruluyorsunuz demektir. Hemen bütün Ortadoğu uygarlıklarında toprağa analık, göğe babalık yakıştıran bir mitoloji buluruz. Gök yeri “döller”, yer meyvelerini verir ve insanlar doyar. Gök görece soyuttur. Yer maddedendir. Simgelerin yüzyıllar içinde yanlış anlaşılmasıyla ve düşüncenin yozlaşmasıyla erkek kahramanlar göğün oğulları, kadınlar ise onların ayağına dolanan yere yakın kişiler olup çıkmıştır.
Tevrat’ta Adem ve Havva olarak iki ilk insan vardır. İlk kadın olan Havva, erkeğin kaburgasından ve erkek için yaratılmıştır. Kadınla erkek Aden bahçesinde mutlu mutlu yaşarlarken Yılan (şeytan) daha zayıf olduğu için kadına yanaşmış ve onu aldatmıştır. Kadın da kocasını ayartmış, yani erkeği aldatmış, ona ceza olmuştur.
Hahamlar bu öyküden yola çıkarak binlerce sayfayı doldurmuşlardır. Yahudilikte bu yüzden kadının imanı eksik sayılır. Bazı şeylere aklı ermediği öğretilmiştir. Eski Ahit’in insanlarına göre kadın yere yakındır. Tinselliği (maneviyatı) erkeğin anladığı gibi anlayamaz. Feminizmin fikir önderlerinin çoğunun Yahudi kadınlar olması bir rastlantı değildir. Feminizm, Eski Ahit’in ve Tevrat’ın ayrımcılığına bir tepkisellik barındırır. Ama bu tepkisellik rekabet güdüsüyle oluşturulmuş ve yanlış yöne gitmiştir. Bu yüzden Türk toplumuna yabancıdır feminizm, kökenleri ve gerekçeleri Türk tarihinde bulunmaz. Türk kadınının eve kapatıldığı büyük bir yalandır. İlber Ortaylı’nın Eski Dünya Seyahatnamesi ve Osmanlı Barışı kitaplarında Türkiye’yi gezen Batılı seyyahların gözlemlerinden örnekler sunuluyor. Genelde Türk kadınının evin dışında ve sosyal oluşuna dikkat çekilmiştir.
İşte Ahlat Ağacı’nda annenin eve giren ekmekle ilgilenip anlam dünyasıyla (maneviyatla) ilgilenmemesi, Tevrat’ta ve onun yorumlarında bulduğumuz “kadın maddecidir, eksiktir” genellemesine uyumludur. Sinan’ın babası filozoftur. Maddede kaygısız ve berduş ama anlamda geniş ve güçlüdür. Bu senaryonun bu çıkarımları gerçekten haklı çıkarıp çıkarmadığı çok önemli değildir. Zaten senarist feminizm karşıtı bir mesaj vermeye çalışmamaktadır. Biz bu filmi bir turnusol kağıdı olarak kullanarak izleyicideki feminist bakış açısının varlığını ortaya çıkaracağını öne sürüyoruz.
Olayın özü ve edinmemiz gereken nesnel bakış açısı şudur: Feminizmin kadınların hangi davranışlarını yüreklendirdiğine dikkat edin. Kadını hep yer tarafına çağırırlar. Ahlakın zincirlerini kırsınlar isterler. Cinsel özgürlük derler. Ahlakı ve namusu kölelik sayarlar. Parasal özgürlük derler. Analığı aşağılarlar. Aile son bulsun isterler. Kadının yaşamında hiç bir kutsal, hiç bir yüksek değer kalmasın isterler. Mühendislik fakültelerinde kız öğrenci sayısını artırmaya çalışırlar, felsefe ve ilahiyatta değil. Erkeği yalnızca cinsel doyum ve para sağlayan bir makineye indirgerken aslında kadına “vibratör ve paradan başka bir şeye ihtiyacın yok” mesajı vermiş olurlar. Böyle bir ideolojinin fahişeliği yüceltmesi kesinlikle şaşılacak bir şey değildir. Feminizm var gücüyle kadını yere yaklaştırmaya çalışır, göğe değil. Kadına yönelik böyle sistemli bir aşağılamanın bilinen tarihte benzeri yoktur.
Böylece feministler Tevrat’ta ve onun öncesindeki bütün bozuk mitolojilerde kadına yönelik olan olumsuz genellemeleri doğrularlar. Ağızlarıyla “kadın erkeğin kaburgasından değildir” derken yaptıklarıyla kadını ayak düzeyine indirmeye çalışırlar. Bu emeller size normal geliyorsa bu filmde babaya haksızlık edilmediğini düşünmeniz de yüksek olasılıktır. İnsanın varoluş amacı yemek içmek ve eğlenmekten, yani hayvanların varoluşundan öteye gitmiyorsa evet, bu kötü bir babadır.
Leave a Reply