Film incelemesi

Sinemada Örtülü Feminist Aşılama – 3

Bu yazıda inceleyeceğimiz filmler:

Karılar Koğuşu (1990)
Mustang (2015)
İki Kadın (1992)
Jin (2013)
Çok Film Hareketler Bunlar (2010)
Sekreter (1985)
Alita Battle Angel (2019)
Alien Covenant (2017)
No Man Beyond This Point (2015)
Mortal Engines /Ölümcül Makineler (2018)
Pride (2007)
Leave No Trace (2018)
Elle (2016)
I, Tonya (2017)
Ek:Devam Filmlerinde Erkek Düşmanlığı

Karılar Koğuşu (1990)

Kemal Tahir’in romanından uyarlanmış film erkek düşmanı küçük fırça darbeleriyle bezeli bir resim gibi. Murat, kocasını öldürmekten idama çarptırılan Hanım’ın suçlu olduğunu biliyor. Hanım kocasını komşuyla bir güzel aldatmış, sonra da zehirleyip öldürmüş. Sonra da utanmadan “karı kısmı asılır mı?” diyor. Film, Murat’ın Hanım’ı idamdan kurtarmaya çalışmasıyla geçiyor. Hanım’ı kurtarmak için milletvekillerine yalan söyleyerek mektuplar yazıyor. Suçu sevgilisi Ali’nin (erkeğin) üstüne atıp idamdan kurtulmasını öneriyor. Yetmiyor, Ali’yle konuşup suçu üstüne almasını istiyor. Yetmiyor, kadının isteği üzerine karakolun erkek polislerine iftira atıp kadının ifadesini tehditle aldıklarını, onu “taciz” ettiklerini öne süren yalan ifade yazıveriyor. 1940’larda da hakimlerin “kadının beyanını esas” almaları beklentisi varmış demek ki. O zaman boş bir beklentiymiş, bugün ülkenin dini oldu.

Yazar ve senarist son sahnede erkek cellada “ben karı asamam, isterseniz ipi benim boynuma dolayın” dedirtiyor. Ortada feminizm diye bir ideoloji olsun veya olmasın, bu kadar saçmalayabilmesi için bir insanın erkek düşmanı olması gerekir, bunun lamı cimi yok.

Hem romanda hem filmde yer alan aşağıdaki cümlede cinsiyetlerin yerini değiştiriverin, nasıl karşılanırdı bir düşünün. Bunu aynı hapiste, aynı koşullarda birlikte kaldığı, zırt pırt ağlayan bir kadın katil için söylüyor:

“Biz erkek iken, ölüm tehlikesine de maruz bulunmuyorken tahammül edemiyoruz. O kadınlığıyla, aferin iyi dayanıyor. Siz kadınlar dehşetli mahluklarsınız. Erkeklerden şüphesiz daha iyisiniz.” (0:43)

Romanın kitap sitelerinde roman için yapılmış yorumları okuduğunuzda kadınıyla erkeğiyle bu ülkenin erkek düşmanlığını nasıl içselleştirdiğini görmek mümkün. Erkek düşmanlığına karşı herkesin gözü kör olmuş.

 

 

Mustang (2015)

Su katılmamış erkek düşmanlığı aşılayan dizi The Mandmaid’s Tale’den bildiğimiz yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in kalfalık dönemi filmi. Filmin Türkiye’yi Batı’ya şikayet etmek amacıyla çekildiği adından belli. Çünkü Türkçe olmasına ve Türkiye’de biletli gösterime girmesine rağmen adı İngilizce. Oyunculuk berbat, diyaloglar zorlama. Bu düşük düzeyine rağmen salt erkek düşmanlığı, ayrıca gelenek ve Müslümanlık düşmanlığı gündemine hizmet ettiği için kırk beş ödül aldı ve Oscar’a aday gösterildi. Ve hâlâ sinema ödüllerinin hak edene verildiğini sananlar var! Ne rastlantı, filmin yapımcılarından biri Yahudi…

Karadeniz kırsalında gelenekçi bir ailede büyüyen kız kardeşler her nasılsa “özgür ruhlu” olmuşlar. Film, bu kızların ahlak kurallarından özgürlüklerini ilan edip ailelerine başkaldırışlarını kutluyor. Film, sinema diliyle şunları söylüyor: “Türkiye kırsalında ortaokul-lise yaşlarında cıvıl cıvıl hayat dolu beş kız kardeş erkek yaşıtlarıyla ilişkilerinde fazlaca samimi oldukları için baskıya uğruyorlar, umutları ellerinden alınıyor, bir an önce evlendirilmek üzere eve kapatılıyorlar. Oysa genç kız dediğiniz gezip tozmalı, erkeklerle arkadaşlık kurmalı, kaygılanmayın, önüne gelenle yatmak istemesi normaldir. Baskı yaparsanız sevgilisiyle adam gibi sevişmek yerine arkadan ilişkiye girer, en büyük kardeşin yaptığı gibi. Bırakın özgürce, adam gibi seksini yapsın küçük kardeş gibi, kimseye zarar gelmez. İstanbul onlara bu olanağı verdiği için iyidir. Töre, namus, ahlak ise özgürlüğü sınırladığı için kötüdür.”

Filmin onayladığı yetişkin erkekler, doğruyu eğriyi ayıramayacak yaştaki genç kızların evden kaçmalarına yardım etmelidirler, onları doğru düzgün tanımıyor olsa bile (1:28).

“Genç kızlara utanma duygusu aşılamaya çalışmayın, onlara sofra adabı bile öğretmeye kalkmayın, bu denli yoğun baskıya dayanamaz intihar ediverirler.” (1:06)*

“Annelik fazlaca büyütülmüştür, kutsallığı filan yoktur.” (54:00) “Anne olmak görev değildir, özgür seks kadın hakkıdır.” (51:00)

“Gelenekler kızları fazlaca baskı altına alıp genç kızlara özgür seks şansı tanımamakta. Geleneksel büyütme biçimi yanlıştır, modern yollar daha doğrudur. Gelenek, kadın cinsine genel olarak daha ağır yük yükler.”

İşin aşılama tarafı bir yana, bu filmin insan doğasıyla ilgili varsayımları da gerçeğe aykırıdır. Sözgelimi genç erkeklerin gezip tozma, keşfetme gereksinimleri daha büyüktür ve dışarıda “sürtmeye” doyduktan sonra evinin erkeği olmayı seçecekleri yaş, genç kadınlara oranla daha yüksektir. Sayısız bilimsel psikoloji yayınında cinsiyetler arasındaki bu fark doğrulanmıştır. Peki, bugünlerde hayat dolu, cıvıl cıvıl genç erkeklerin gelenek baskısıyla düzenli bir işe sokulup evlendirilerek mağdur edildikleri dramları anlatan kaç film biliyorsunuz? Doğru, sıfır. Çevremizde bu şekilde aile ve karı baskısıyla yaşama küstürülmüş birkaç erkek biliyoruzdur. Ama kimse bize parmakla göstermediği, filmini çekmediği için bunu kanıksıyoruz. Belki birçoğunuza böyle filmler yapılmasını beklememiz bile anormal geliyordur. Feminizm sizin öncüllerinizi, vargılarınızı ve ikisinin arasındaki düşünme sürecinizi bütünüyle kaplamıştır çünkü. Biri dürtene dek farkına varamazsınız. Hipnoz tam olarak böyle bir şeydir.

Film Deniz Gamze Ergüven’in “daha iyisini”, daha arsızını yapması için, genç yönetmen ve senaristlerin de onu örnek alması için övgüye boğuluyor, ödülle onurlandırılıyor. Üstelik tarafsız bir bakışla sanatsal açıdan onca hamlığına ve yapaylığına rağmen.

*Bilgi: Gerçekte Türkiye’de intihar eden her 10 kişiden 7’si erkektir.

 

 

İki Kadın (1992)

Yayınlandığı yıllarda feminist ana akım Türk basınında basında övgüyle karşılanan, ödüle boğulan bir film. Erkek bakan, bir gece üst düzey bir fahişeyle gözlerden uzak eğlenmek ister, fahişe son saniyede arıza çıkarır, hizmetten vaz geçer, bakanın erkekliğine hakaret eder, bakan hıncından fahişeyle zorla birlikte olur. Fahişe bakana tecavüz davası açar. İlerleyen günlerde bakanın karısı ve fahişe dost olup birlikte bakanı cezalandırırlar…

Filmdeki erkek düşmanlığına gelelim… Fahişe, avukata gittiğinde “bana tecavüz edildi” diyor, “dayak da attılar”ı çok sonra söylüyor. Dayak anı bize gösterilmiyor ama kadın, avukatına yanağındaki morluğu gösteriyor. Buradan darp edildiğini anlıyoruz. Buna rağmen tecavüze uğradığı için dava açmak istemesi, senaristin basbayağı feminist bakış açısını bize belli ediyor. Yani senariste göre burada önemli suç ırza tecavüz, görece önemsiz suç ise darp. Bizim de öyle düşünmemiz isteniyor. Oysa tecavüz anı bize gösterilmişti ve fahişe “dur, istemiyorum” demekten fazlaca bir direniş göstermedi; güç kullanarak direnmedi, darp edilmedi. Feminist senaryo aslında burada işlenmiş olan görece büyük suç darp olması gerekirken ırza tecavüzü öne çıkararak bize feminizmin doğrularını aşılamaya çalışıyor. Yani bu kişi bir fahişe değil de bakanla herhangi bir konuda görüşmek için gitmiş bir adam olsaydı ve aynı biçimde darp edilseydi, ortada anlatacak bir öykü olmayacaktı senariste göre! Senarist ve bütün feministler erkeklerin darp edilmesinin bir suç olmadığını düşünürler; onlara göre erkekler bir kadının cinsel tecavüzüne de uğrayamaz. Feminizmde kadın ve erkek eşittir ama kadın daha eşittir!

Yardım isterken arkadaşlarına ve avukata söylediği bir başka cümle “aşağılandım”. Zaten bakanın söylediği söz ağırına gitmiş ve bu yüzden ayağına kadar gittiği müşteriye son saniyede hizmet sunmayı reddetmişti. Bunu yaparken de bakanı aşağılamıştı. İlk hakareti kendisi etti. Karşılığında hem müşterisinden aşağılama işitti, hem de sunmaktan vazgeçtiği hizmeti vermek zorunda kaldı. Peki, sormak gerek; bir fahişeyi aşağılamak nedir? Bakanın söylediği “şırfıntı” sözcüğü aşağılama mıdır? Film boyunca dendiği gibi fahişelere “profesyonel” mi dememiz gerekiyor? Aslında bir fahişeyi mesleği nedeniyle aşağılamak olanaksızdır. Çünkü fahişelik tanımı gereği aşağılık bir meslektir. Bir hırsıza “hırsız” dediğinizde ceza yasasına göre hakaret suçu gerçekleşmez. Aynı mantıkla, bir fahişenin fahişeliği ve iffetsizliği üstelik mesleğini icra anında ve bağlamında yüzüne söylendiğinde aşağılandığını öne sürememesi gerekir. Ama senarist, bütün feministler gibi fahişelerin saygın bir meslekleri olduğuna inanmamızı istiyor. “Seks işçisi”, “beden işçisi”, “profesyonel” gibi gülünç adlandırmalar kullanmaları bu yüzdendir. Fahişe, tecavüze uğrayabileceğine inanmayanlara kadın erkek ayrıt etmeden “Allah hepinizin belasını versin” diyor. Yani “Allah feminizmin dogmalarını kabul etmeyenlerin hepsinin belasını versin”.

Aralarında geçen diyaloğa dönersek, film, fahişenin bakanı aşağılamış olmasını bütünüyle görmezden geliyor. Fahişeyle bakan güzel güzel fingirdeşemeyip sohbet sakarca ilerleyince gerginlik şöyle tırmanıyor:

Bakan: Ne kadar aptal bir durum…

Fahişe: Bırak durumla uğraşıp durmayı. Beni kendine yaklaştırmıyorsun (fermuarını açmaya çalışıyor)

Bakan: Tamam, en iyisi sen git.

Fahişe: Zaten pek bir şey yapacağa benzemiyordunuz. (üstü kapalı hakaret)

Bakan: Git burdan ve geldiğini de unut. (hakarete rağmen kibarlığını bozmuyor)

Fahişe: Madem beceremeyeceksin ne diye orospu çağırırsın ki? (kışkırtırcasına hakaret)

Feminizmin inmemizi istediği en düşük zeka düzeyinde bu cümleyi aşağılama saymamamız gerekiyor. Ama gerçekte ilk haksızlığı yapanın gereksiz yere müşterisini aşağılayan fahişe olduğu açıktır. Fahişeler her gün erkekleri defalarca aşağılarlar, onların öyle olması kabullenilmiştir. Aslında bu da erkeklere öğretilmiş bir çaresizliktir. “Bir fahişenin hakaretine mi bozuluyorsun oğlum, erkek olsana!” Konu “psikolojik şiddete” gelince feminist kadınlar bir ağıt yakarlar ki, onları dünyanın en çileli insanları sanırsınız. Çünkü erkeklerin kadınlar tarafından uğradıkları düzenli hakareti gözleri göremez; önünde feminist bir perde vardır. Fahişe, bakanın karısına aynı biçimde ve daha fazla hakaret edip onun gururunu kırıyor. Ama yok, o namusunu korumaya çalışan onurlu bir kadın (!).

Senaryodaki bir incelik, bakanın karısını aldatmaktan, ahlaksızlık etmekten (geçici bir süre için bile olsa) son dakikada vazgeçmesi ama fahişenin bunu kötü karşılaması. Fahişe “aferin, karına git” diyeceği yerde adama hakaret edip gururunu kırıyor. Sonra da hizmet sunmayı kendi reddediyor. Bakan son dakikada iffetli olmaya karar verince senariste göre kötü, ama fahişe son dakikada dalga geçer gibi sözünden dönünce iyi!

Fahişe adli tıptan rapor alıyor. Tabi sormak gerek, direnmeyen bir kadına tecavüz edildiğinin fizyolojik izi nedir? Senarist bu “teknik ayrıntılara” kafa yormamızı istemiyor tabi, oraları göstermiyor. Yeşilçam “kadın beyanı esastır”a ta o yıllardan psikolojik olarak hazırlıyor bizi.

Bakanın karısı bakana destek olmak yerine (iftira olduğuna inanıyor) ondan soğuyunca araları geriliyor. Senarist, bakana fahişeye söylediği şeylerin benzerini karısına söyleterek (“Sen kendini ne sanıyorsun?”) aslında bakanın iki kadını da aynı biçimde sömürdüğünü ima ediyor.

Bakan beraat edince bakanın karısı üzülüyor! İşte feminizmin kadınlarımızı sokmak istediği kalıp… Suçlu bile olsa, dava sonunda yollarını ayıracak bile olsa kocasına karşı güvenilir biri olmak yerine, en azından yıkıcı olmamak yerine bütün olayları, bütün yaşamı bir kadın-erkek rekabeti, çatışması hatta savaşı olarak görmek; en küçük bir sendelemede kocasını, erkek kardeşini, babasını yalnız bırakmak; arkalarından iş çevirerek adeta erkek doğdukları için onları cezalandırmak…

Bakan karısının fahişeyle konuştuktan sonra hemcins olmaları dışında hiçbir benzerlikleri olmamasına rağmen “birbirimize ne kadar benziyoruz” demesi de gözümüzden kaçmaması gereken bir ayrıntı.

Fahişe, bakanın karısına yaşamını anlatırken kimsenin onu zorlamadığını, kendi isteğiyle fahişe olduğunu söylüyor. Bu da önemli bir ayrıntı. Senarist, fahişelerin bile isteye fahişe olsalar bile, tuzağa düşürülmüş veya mecbur bırakılmamış olsalar bile saygın bir iş yaptıklarını söylüyor. Bu kadın mecbur kaldığı için bu yola düşmüş olsa bile davasında aynı derecede haklı olacaktı demeye getiriyor. Aslında burada mecbur bırakılmış fahişelere korkunç bir hakaret var. Ama dediğimiz gibi, feminizm kadınların gözlerini öyle bir körleştiriyor ki, kendilerine en çok feminizm hakaret etmesine rağmen bunu göremiyorlar.

Fahişe, bakanın karısına “her şeyin var ama hayatında anlatılacak bir şeyin yok” diyor. Sanki iffetli, düzgün, sadık bir eş olmak kötü bir şeymiş gibi. Fahişe, kendi hayatının “roman” olmasını bir kazanç sayıyor, senarist de onu onaylıyor.

Özetle senarist, fahişelerin son dakikada hizmet sunmaktan vazgeçme ve müşterilerini serbestçe aşağılayabilme özgürlüklerini savunuyor. Onların da saygın bir meslek icra ettiklerini savunuyor. Beyaza beyaz, siyaha siyah, fahişeye fahişe demenin aşağılama olduğuna inanmamızı istiyor. Ve sokak fahişeliğinin serbest olması gerektiğini savunuyor. Aradan geçen 29 yıl, bu rezil söylemin kazandığına, Türkiye’de aklın ve sağduyunun kaybettiğine tanıklık ediyor. Hatalı veya hatasız, ayağı kayan erkeğe ilk tekme artık kadınından geliyor. Bu filmler sayesinde.

 

 

Jin (2013)

Şener Şen ve Müjde Ar’ın unutulmaz “Arabesk” filminde gelinin karşısına çıkan her erkek onun ırzına geçmeye çalışır ya… Komiktir, güleriz çünkü gerçekçi olmayan Yeşilçam filmlerinin bir parodisidir. İşte bu parodi ayarında, komedi olması gereken ama sözde gerçekçi bir öykü olarak anlatılan bir öykü Jin. Erkek düşmanı yönetmen Reha Erdem, üstelik bize “muhafazakar” diye yutturulmaya çalışılan AKP hükümetinin yardımıyla yapmış bu filmi.

PKK’li kadın eve dönmek için dağdaki gruptan kaçıyor. Karşısına çıkan her erkek ona tecavüz etmeye kalkıyor veya güzelliğinden dolayı ona ilgi gösteriyor. Erkek değil misiniz, hepiniz aynısınız, cinsellikten başka düşündüğünüz bir şey yok!

 

 

Çok Film Hareketler Bunlar (2010)

Çok Güzel Hareketler Bunlar televizyon dizisindeki yoğun erkek düşmanlığı yazmakla bitecek gibi değil. Burada aynı takımın işi olan filmin son sahnesine dikkat çekmek istiyoruz. “Ehe ehe” diye gülüp eğlenerek izlediğimiz film biterken çocuğa anlatır gibi ders veriliyor izleyiciye ve “Her yıl binlerce insan sadece farklı olduğu için toplum tarafından dışlanmaktadır, gelin buna bir son verelim” denerek izleyiciye eşcinselleri rahat bırakması öğütleniyor. Eşcinsel sözcüğü yok ama filmin bağlamından ve tınısından bu anlam çıkıyor. Örtülü aşılamanın yanı sıra feminizm nadiren de olsa doğrudan geliyor. Eşcinsellik savunuculuğu feminizmle aynı kampta; erkeğe, aileye ve ahlaka açılmış savaşta aynı ordudadır.

 

 

Sekreter (1985)

Hiçbir fikirsel iddiası olmayan sulu zırtlak eğlencelik bir filmde bile nasıl aşılama yapılabileceğinin bir örneğini görüyoruz. Senaristin kesinlikle feminist bir gündemi yok. Hatta sorsak kendisi feminist değildir. Ama herkes sözünü kendi doğrularına göre söyler. Bunu yaparken farkında olmasa da, öyle bir niyeti olmasa da kendi doğrularını savunmuş ve sözüne kulak verildiği ölçüde güçlendirmiş olur. Film, bize kadının nasıl giyinebileceği /giyinmesi gerektiği ve toplumun buna ne tepki vermesi gerektiği konusunda kendi doğrularını savunmuş oluyor.

Zavallı Hülyacık sekreter olarak nerede işe girse erkek patronun sarkıntılığından kurtulamamaktadır. Hülya karelerde gördüğünüz üzere adeta bir rahibe gibi giyinmesine, düzgünce oturup kalkmasına rağmen azgın erkek patronlar kışkırtılmak için bir bahane bulurlar. Erkek değil misiniz, seksten başka bir şey düşünmezsiniz…

 

 

Alita Battle Angel (2019)

Japon bilim-kurgu çizgi-romanından uyarlanmış ABD filmi. Beş yüz yıl gelecekte, üçüncü dünya savaşından sonra bilimadamı-mühendis Dr.Dyson robot bedenli bir kızı baygın olarak bir köşede bulur. Onu iyileştirir ve olaylar gelişir. Konunun feminizmle ilgisi yok ama film bütünüyle feminist bir boyayla boyanmış. Hani “Ayı; bir sevgi filmi” der gibi “Alita; bir feminizm filmi” desek yeridir.

Filmin ilk dakikalarında Alita mahallenin gençleriyle tanışıyor. Mahalle maçında (“motortop” oyunu) Alita’ya sert giren erkek oyuncu “kusura bakma prenses” diyor. Prenses, Amerikan ergenlerin çıtkırıldım kızlara taktıkları ad. Alita bu oğlana çok öfkeleniyor ve bu kadın düşmanı maço erkeğe daha sert giriyor, bir de gol atarak dersini veriyor. Arkadaşı, oğlana “küçük düştüğünü” söylüyor. Çünkü o boylu poslu bir erkek ve bir kıza yenildi. Arkadaşının bu “erkek egemen” bakış açısı, filmin kalanında değişecek.

Filmin kötü adamı 6 kadın öldürmüş. Altı kişi öldürmüş, hepsi kadın. Filmlerin beynimize kazıdığı paralel evrende “kadın katili” olunca daha kötü olunuyor. Her katil aşağılıktır ama kadın katilleri daha aşağılıktır…

Aranıyor ilanına “altı kadın maktül” yazılır mı? Tersini düşünün, “altı erkeğin katili” yazsaydı nasıl karşılardınız?

Robot kızımız Alita, kendisini dirilten babalığına sormadan ödül avcısı oluyor. Ödül avcılarının çoğu erkek. Hemen hepsinin robot parçalarıyla fazlasıyla güçlendirilmiş vücutları var. İçlerinde az sayıda kadın da var. Ama Alita onlardan yardım isterken onlara “brothers” (erkek kardeşlerim) diye sesleniyor. Böyle demesinin tek nedeni erkeklere taş çıkartan ufak tefek kadın rolünü vurgulamak. Hani “erkek egemen bir ortamda ayakta kalabilen bir kadınım” hesabı. Kadın kamyon şöförü gibi anlayın. Alita ödül avcılarının biriyle alay ederken kullandığı sözcükler tıpkı bir kadını hafife alan erkeklerin sözleri: “Paranın hepsini yüzüne harcıyorsun.” “Dikkat et saçın bozulmasın.”

Kadına el kalkmaz ama erkeğe el de ayak da kalkar.

Ödül avcılarının barına girerken Alita’nın erkek arkadaşına davranışı, gerçek yaşamda bir erkeğin kadınına davranışını andırıyor. Alita önden, erkek arkadaşı arkadan yürüyor. Kendisine tehlikeli şeyler yapmaması için uyarıda bulunduğunda Alita’dan “geride dur, karışma” gibi bir karşılık alıyor. Alita durduk yere bardaki ödül avcısı erkekleri tek tek dövmeye başlıyor. Bu sahnede bir ayrıntı, ayırt etmeksizin aşağıladığı ödül avcıları arasında bir kadın bulunması. Buna rağmen ödül avcısı kadın Alita’ya vurmak üzere olan bir erkek ödül avcısına vuruyor. Alita bu kadına dokunmuyor, döveceği kişileri seçerken cinsiyet ayrımcılığı yapıyor! Alita’nın ödül avcılarına yönelttiği suçlamalar o kadını da kapsıyordu ama kadınlıklarının hatırına düşman olmamayı seçiveriyorlar. Cinsiyetçiliğin daniskası! Alita’nın erkek arkadaşı bu arbedede kendisi dayak yiyecek olduğunda “Ben Alita’yla birlikteyim” diyerek kadınının korumasına sığınıyor. Gerçek hayatta tam tersi olur. Film bize “cinsiyetçi” gerçek hayatın yerine “eşitlikçi” bir alternatif hayat öğütlüyor.

 

“Geride dur, arkadan yürü, elinin hamuruyla kadın işine karışma.” Model erkeğimiz film boyunca kadınının güçlü kolları tarafından korunuyor.

Filmin genç erkek ve kız izleyicilerine model olarak gösterilen bu feminist, kılıbık, ezik erkek arkadaş filmin ilerleyen dakikalarında güvenliği tehlikeye girdiğinde Alita’ya telefon edip “beni kurtar” diyecek. Sayısız masalda, romanda, filmde ve gerçek yaşam öyküsünde olan kadınını kurtaran erkek imgesi, modern masalcılıkta erkeğini kurtaran kadın imgesiyle değiştiriliyor.

Özgür, güçlü ve bağımsız kadınımızın erkeklere attığı sıra dayağından sonra dev robot vücutlu kötü adam Grevişka bara geliyor. Korkak erkeklerin hiçbiri onun karşısına çıkamıyor. Erkek dediğin yaratılışı gereği korkak olur zaten. Karşısında bir tek Alita’yı buluyor kadın başına. Ufacık tefecik Alita, üstelik iki bacağı ve bir kolu kopmuşken, resmen tek eliyle yaptığı tek vuruşta bu devi yeniyor.

Alita’ya “cesareti yetiyor”.

Alita, dev robotu döverken vücudu parçalanınca babalığı ona daha da güçlü bir asker vücudu monte ediyor. Erkek arkadaşı onu yeni vücuduyla görünce aralarında geçen diyalog çok önemli:

Alita: Yeniden toparlandım (gülüyor).

Model erkek arkadaş: Bazı erkekler senin gibi bir kızdan korkarlar.

Alita: Niye ki?

Model erkek arkadaş: Kolumu kopartabilir ve beni onunla dövebilirsin.

Alita: (gülüyor) O zaman beni kızdırma!

Şimdi bu diyaloğun iri bir erkekle bir kadının arasında geçtiğini düşünün. Kadın “kemiklerimi kırabilirsin, bazı kadınlar senden çekinirdi” diyor. Adam da gülerek “o zaman beni kızdırma” diyor. Okumayı bırakıp gözünüzde canlandırın. Gözünüzü kapatın ve canlandırın, ne hissettiniz?

Ne oldu? Öncekini normal karşılarken bu versiyonu mide bulandırıcı mı buldunuz? Son kırk yılda yapılmış hiç bir filmde böyle “neşeli” bir sahne göremiyor olduğumuzu yeni mi fark ettiniz? O zaman feminizm aşılaması sizin üzerinizde başarılı olmuş, erkekleri çoktan ikinci sınıf görmeye başlamışsınız, yalnızca farkında değilsiniz. Bir an önce zihninizi feminist aşılamalardan temizlemeniz gerekiyor.

Bu sahnenin hemen ardından Alita’nın maçta dersini verdiği oğlanla arkadaşı arasındaki diyalog dikkat çekici. Alita’dan neden hoşlanmadığını soruyor. Oğlanın gerekçelerden birisi Alita’nın dünya savaşında düşman olan Mars tarafında olması. Kız arkadaşı oğlanı “üç yüz yıl önceydi, artık aş bunu” diye paylıyor. Bunu da çokkültürcülük hanesine yazıyoruz.

Alita filmde on kez ağlıyor. Hani hiç beklenmedik, gereksiz sahnelerde bile ağlıyor. Ters gibi görünse de, zırt pırt ağlaması feminizm aşılamasının bir parçası olabilir. Kadınların ağlamalarının zayıflık olmadığı ima ediliyor olabilir. Gerçek dünyada ağlayan kadın, göreli zayıflığına tanıktır. Kadın izleyici, bu gibi gerçekdışı aşılamaların etkisinde kala kala, duygusal gerilim altında ağlamasına rağmen zayıf olmadığı gibi bir yanılsamaya düşer. Sahte bir gerçeklik algısı edinir. Gerçekçi olmayan rol modellerinin başardığını başaramayınca da, yine aynı aşılama kaynaklarının kendisine öğrettiği refleks üzere erkekleri suçlar.

Filmin yapımcıları bu filmin “kadını güçlendirme” (women empowerment) mesajı vereceğini açık açık söylemişler. Erkeği kadına ezdirerek kadını “güçlendiriyorlar” demek ki.

Kötü adamlardan biri. Bardan üç kadınla çıkıyor. “Kahrolsun maçoluk” dedirtmek dışında şu sahnenin senaryoya hiç bir katkısı yok.

Bir erkek, kız arkadaşının evine pencereden girer de onu uyurken seyrederse “sapık” olur, taşla sopayla kovalanır. Aynısını bir kız yaparsa en fazla “sevimli” olur…

Feminizmin ayrılmaz bir parçası olan eşcinsellik aşılaması da bulunuyor. Alita’nın vücudu tamamen savaş amaçlı üretilmiş bir robot. Yani cinsel organları yok. Erkek arkadaşına bu durumdan rahatsız olup olmadığını sorduğunda erkek arkadaşı bunu umursamıyor ve “sen tanıdığım en insan kişisin” diyor. Burada örtülü bir eşcinsellik aşılaması var. Çünkü film, erkek arkadaşın cinsel olarak birleşemeyeceği, aile kuramayacağı, mutlu olamayacağı bir kişiye yaklaşmasını eleştirmiyor, kutluyor. Hatta babalığına “bir insan bir sayborgu sevebilir” dedirtiyor.

 

 

Alien Covenant (2017)

Bir bilim-kurgu yapımı daha. Alien filmlerinin devamı olarak çekilmiş bu filmde olaylar 1979’daki ilk filmde anlatılan olayın öncesinde gerçekleşiyor.

Filmde hemen bütün erkek karakterler aptal veya kötü yürekli. Hemen bütün kadınlar iyi ve zeki.

Geminin komutanı neyi nasıl yapacağını bilmeyen budala bir erkek. Salakça işler yapmasın diye en başında bir zenci kadın tarafından uyarılıyor. Buna rağmen yanlış ve ölümcül bir karar veriyor ve gemiyi planlanan rotanın dışında, insan izi görünen başka bir gezegene yöneltiyor. İkinci komutan Daniels da bir kadın. Filmin en sağduyulu kişisi. Kaptanın bu kararına karşı geliyor. Bu kadın filmin sonuna doğru ancak bir kahraman askerden beklenen gözü karalığı ve fiziksel gücü gösterip nakliye gemisinin altına tutunuyor ve yaratığı öldürmek üzere geminin üstüne çıkıyor. Bu sırada zayıf ve yaralı erkekler geminin içinde çaresizce bir kadın tarafından kurtarılmayı bekliyorlar. Bu boğuşma sırasında erkeklerin tek becerdikleri iş gemiyi sağa sola çarpmak, kadının işini yapmasını zorlaştırmak. Bu da yetmiyor, bu kadın filmin sonunda herkesi ikinci kez kurtarıyor. Bunu hem kas gücü hem de zekasını kullanarak yapıyor. Aynı kadının filmin başlarında tahta ve çiviyle bir yapı inşa etme konusunda hiçbir şey bilmediğini söylemesi rastlantı olmamalı. Yani bize feminizm aşılamak isteyen senarist deniyor ki: “Sizin erkeklere yakıştırdığınız ağır işler fasa fiso. İş yaşam kurtarmaya, savaş kazanmaya geldiğinde kadınlar sizden daha iyi /en az sizin kadar iyi.”

Üst kare: Sağduyulu kadın aptal erkeğe akıl veriyor. Alt kare: Sağduyulu bir başka kadın aptal bir başka erkeğe akıl veriyor.

Bunları yapabilen kadın oyuncunun özellikle çocuk yüzlü, kısa boylu olanlardan seçilmesi de rastlantı olmayabilir. Dizinin bir önceki filmi olan Prometheus’un en akıllı, en güçlü karakteri olan Shaw da Daniels gibi minyon bir tipti.

Çarpışmada kadın önde, erkek arkada.

Filmde ikinci ölümcül hatayı da yine bir erkek yapıyor ve salt karısı gezegenin yüzeyinde diye ana gemiyi yere indirmeye karar veriyor. Bu sersem erkek kaptanı uyarma görevi bir başka kadına düşüyor. Soğukkanlı ve sağduyulu kadın, üst rütbeli olan erkeği ana gemiyi gezegene yaklaştırmaması konusunda uyarıyor. Duygusal ve aptal erkek, kadın sağduyusunun sesine boyun eğiyor. Bu erkek daha sonra, adeta erkeğinin şehit olması haberini alan bir kadın tadında karısının “çarpışmada” öldüğü haberini alacak. Bütün bu gösterilenler gerçek yaşamın tam tersi.

Filmin sonunda canavarla tek başına boğuşup bütün erkekleri kurtardıktan sonra, yukarı çıkmak için erkeklere sesleniyor: “Şu kıza bir yardım eli uzatın!”

 

 

No Man Beyond This Point (2015)

Türkçesi, “Bu noktadan sonra erkeklerin girmesi yasaktır.” Film, feministlerin ıslak rüyasını tersinden anlatıyor. Gelecekte erkekler yok olmaya yüz tutmuş. Kadınlar erkeksiz üremenin bir yolunu bulmuşlar ve hiç erkek doğurmuyorlar. Kadınlar erkeklere üreme dışında ihtiyaç duymayan üstün yaratıklar olduğu için inandırıcı gelen bir öykü (!). Bu güzel gelecekte kadınlar dünyayı yönetmeye başlayınca ordular dağıtılmış, savaş bitmiş. Tabi, binlerce yıldır savaşıp duran erkeklerin onları onaylayıp destekleyen karıları, kızları, anaları yoktu zaten.

“Savunma bakanlığı lağvedildi. Artık orduya gerek duymuyoruz.”

Başkahraman, erkekleri yok olmanın eşiğinden kurtarmaya çalışıyor. Bu sırada akla, mantığa rahmet okutturan bir sürü saçmalığa maruz bırakılıyoruz.

“Doğa, erkeklerin yokluğunu kadını daha saldırgan yaparak telafi etti.” Yok yahu? Bizim bildiğimiz doğa (veya gerçek adıyla Tanrı) bunun tam tersini yapıyor. Gerekliliklere uyum sağlayamayan türü yok ediyor.

Normal bir çiftin üremeye karar verip gidişi tersine çevirmesinin ardından kadın şunu söylüyor:

“İyi ki oldu. Erkeklerin soyunun tükenmesi fikrinden hiç hoşlanmamıştım. Öte yandan, gerçekten neredeyse tükeniyorlardı. Bu, onları güzelce bir korkuttu. Onlara tam da bu gerekiyordu.”

Kadın simgesi haçın yerini almış. Bu toplum sapık ve deli bir tarikat olarak değil, makul ama kendine sıradışı bir yol çizmiş olan normal bir toplum olarak gösteriliyor. Tersi olsaydı, erkekliğe tapan erkeklerin öyküsü çekilseydi böyle mi gösterilirdi?

Böyle bir senaryonun yazılabilmesinin ve filme çekilecek denli ciddiye alınabilmesinin, ardından salonlarda gösterime girince ciddiye alınıp izleyici çekebilmesinin ardında feminist ideolojinin kadın erkek her modern kişinin kafasına çaktığı aşağıdaki dogmalar yatıyor:

  1. Kadınlar erkeklerin yaptığı her şeyi yapabilirler. Kadınları döllemek dışında. (filmde erkekler çok kez “penis” vb. olarak anılıyor)
  2. Kadınlar erkekler olmadan da yapabilirler ama erkekler kadınlar olmadan yapamazlar.
  3. Kadınlarda saldırganlık doğal olarak yoktur. Savaşların nedeni yalnızca erkeklerin saldırganlığıdır. Kadınların yönettiği bir dünyada savaş olmaz.

Şimdi bunları okuyan on kişiden dokuzu “benim böyle dogmalarım yok” der ama aslında bunlar on kişiden en az dokuzunun zihnine işlemiştir. Yalnızca farkında değiller. Kanıtı şudur: Filmdeki cinsiyetleri tersine çevirin. Bütün öyküyü, yukarıdaki bütün alıntıları cinsiyetleri ters çevirerek yeniden yazın. Böyle bir filmi nasıl tanımlardınız? Tepkiniz ne olurdu? Mahkeme kararıyla gösterimi ve satışı engellenseydi tuhaf karşılar mıydınız? “Kadınların uslanmaları için soylarını tüketmekle korkutmamız gerekiyor” diyen bir filmi rahat rahat izler miydiniz?

 

 

Mortal Engines /Ölümcül Makineler (2018)

Uzak gelecekte geçen bu “bilim-kurgu” öyküsünde yürüyen kentler birbirini avlayarak sağ kalmaya çalışıyorlar. Kahramanlarımız, Londra yürüyen kentinin yok etmeye çalıştığı yerleşik kentleri kurtarmaya çalışıyorlar. Filmde görünür bir politik içerik yok, güncellik yok. Ama örtülü feminizm var. Bilim-kurgu ürünleri feminizm propagandacılarına iyi hizmet ediyorlar.

Başkahraman, filmin “iyi adamı” genç bir kız (Hester). Kötü adamların hepsi erkek. Filmin başında kızın yanında bir beceriksiz, sakar bir eklenti gibi ilişip onun adımlarını izleyen bir genç erkek var (Tom). Aralarında şöyle bir şey geçiyor: Yürüyen kentte kalkıştığı başarısız bir suikasttan sonra kentten yere atlayan Hester’ı, yöneticinin kentten attığı Tom (yurttaş) izliyor. Yurttaşı dışarı atan yöneticinin kızı da iyi kalpli. Hester’ın erkek yöneticiye suikast girişiminde bulunma nedeni, yöneticinin yıllar önce anasını öldürmüş olması. Hester’ın anası da iyi. Kısacası filmde hiç kötü kadın karakter yok.

Tom yerde kendine geldiğinde Hester’ı başucunda, onun bıçağını ve parasını çalmış olarak buluyor. Şimdi bu sahneyi tersine çevirin. Baygın kadının bıçağını ve parasını çalan ve geri vermeyen bir erkek karakter… Ve bu karakter filmin “iyi adamı” olsun, kahramanı olsun? Feminist hipnozun etkisi altındaki ortalama izleyicinin gözünde, erkek bunu yaptığı anda iyi adamlıktan kötü adamlığa düşer. Ama kadın yapınca iyi oluyor, yani izleyici bunu yutuyor ve kabulleniyor. Çünkü izleyici özellikle son yıllarda yapılan yüzlerce filmde bu davranışları izleye izleye kanıksadı; normalleştirdi.

Adamın cüzdanını kadın çalınca üstüne bir de bıçak çekince iyi. Kadının cüzdanını adamın çalması… düşünülemez bile!

Az önce parasını çalıp bıçak çektiği adam yerde, kendisi karyolada. Çünkü kadın erkek eşittir ama kadın daha eşittir!

Kentin dahi mucidi /bilim adamı yaşlı bir kadın.

Kentten düştükten sonra bu ikisini taşıtlarıyla ıssızlığın ortasından kurtaran yaşlı bir çift var. Bunları kamyonlarının arkasında bir odaya kilitleyip köle pazarına götürüyorlar. Odada iken köle tüccarının kadın tutsaklardan birini dövdüğünü işitiyoruz. Erkek tutsakları dövmüyorlar. Gerçek dünyanın tam tersi. Çünkü feminizm. Bunlar olurken kızı öldürmeye çalışan bir zombi var, o da erkek.

Köle tüccarının hırpaladığı köle bir kadın. Senaryoya ve karakter gelişimine hiç bir katkısı yok ama feminizm öyle istiyor.

Kızı açık artırma sırasında pazardan kurtaran iyi karakter de bir kadın. Eh, hiç şaşırmadık. Köle tüccarını öldürünce ortalık karışıyor, tam bu sırada zombi geliyor, kızı zombiden ikinci kez lezbiyen kılıklı başka bir kadın kurtarıyor. Böyle eğlencelik bir senaryoda bile belirgin feminist aşılama buluyoruz.

Filmin sonunda kente sığınan halk. En önde kadınlar var. Senaryoyla ilgili bir gereklilik değil. Yalnızca feminizm…

Filmin bütün iyi ana karakterleri solda, filmin bütün ana kötü karakterleri sağda. Bir örüntü gözünüze çarpıyor mu? Hmmm…

 

 

Pride (2007)

“Yaşanmış olaylardan esinlenilmiştir”. Bu cümle bir filmin pek az gerçek olay içerdiğini anlatır. Bu cümleyi duyduğunuzda bütün öykünün uydurma olduğunu anlamalısınız. Aslına bakarsanız bütün kurgu öyküler yaşanmış olaylardan esinlenir. Hiç yaşanmamış bir şeyi anlatan kurgu öykü olmaz. Yaşanmış olaylardan esinlendiğini söyleyen bütün filmler gözümüzün içine bakarak bize yalan söylemekte, bizi aptal yerine koymaktadır.

Feminizm, azgın liberalizmin öbür şubeleri olan ırkçılık karşıtlığı ve hayvanseverlikle müttefiktir; bunu yeri geldikçe gösteriyoruz. Pride, sözde ırkçılık karşıtı mesaj vermek için çekilmiş. Yani görünürde cinsiyetlerle ilgisi yok. Senarist buna feminizmi de eklemeye çalışmış ama bunu pek acemice yapmış.

Öbür yüzücü takımlarıyla rekabet etmek üzere kurulan zenci yüzücü takımında bir kız yüzücü var. Kız olmasının senaryoya hiç bir katkısı yok. Son yarışmada kız birinci gelip takıma puan kazandırıyor. Kötü adam olan ırkçı (=beyaz) rakip takım antrenörü ile hakem arasında bir sahnede şöyle bir şakalaşma geçiyor: “Yeni karım daha küçük ama eskisinden daha pahalı. Sen akıllı adamsın, ilk karınla devam ediyorsun.” Feminist senarist sözüm ona kötü adamın kadın düşmanlığını göstermek için eklemiş bu diyalogu, senaryoya bir katkısı yok. Ama feministlerin inanmamızı istediklerinin tersine, gerçek dünyada bazı kadınlar öbürlerinden daha masraflılar, bunu inkar etmek için veya bunu ayrımcılık saymak için basbayağı geri zekalı olmak gerekiyor. Bunu kadın düşmanlığı saymak için de gerçek anlamda “cinsiyetçi” olmak gerekiyor. Çünkü kadınlar hakkında genellemede bulunulamayacağı önermesinin kendisi cinsiyetçidir.

-Çocuklar nasıl? -Bildiğin gibi. Yeni bir karım var. Eskisinden ufak ama çok daha masraflı.

Feminizm, liberal ırkçılık karşıtlığına çok benziyor. İkisi de eşitlikçi olma iddiasında iken aslında yalnızca güç dengesinin tersine dönmesini talep ediyor, eşitlik talep etmiyor. Adaletle değil, egemenlikle ilgileniyor. “Irkçılık karşıtı” söylem gerçekte beyaz ırk düşmanlığı olarak karşımıza çıkıyor, “ayrımcılık karşıtı” feminizm de erkek düşmanlığı olarak. Şablon aynıdır. Sitede verdiğimiz pek çok örnekte açıkça görüldüğü gibi, çağdaş liberal söylemde eşitliğin tanımı sakattır. Bu sakat tanımdan yola çıkıldığında eşcinsellik konusu da mantıklı tartışma zemininden çıkar. Artık eşcinsel kişiyle normal kişinin “eşitliği”, eşcinselin eşcinselliğini dilediğince övmesi, yaşaması ama aileyi savunanlar aynısını yaptıklarında bunun dayatma, yobazlık, geri kafalılık vb. adlar altında yasaklanmasına denk olur. Beyaz ve zenci eşittir ama zenci daha eşit… Erkekle kadın eşittir ama kadın daha eşit… Heteroseksüelle homoseksüel eşittir ama homo daha eşit… Bu şablonu Cloud Atlas /Bulut Atlası (2012) filminde de görürüz. Filmde iyi, özverili, yürekli bütün insanlar siyah veya sarı ırktan veya eşcinseldir. Bütün kötücül insanlar ise beyaz ırktan ve heteroseksüel.

 

 

Leave No Trace (2018)

Göstere göstere feminizmi savunuyor değil ama ince bir dokunuşla zehri damara veriyor. Filmin konusu toplumdan uzak, milli parkta yaşayan baba-kız ikilisinin polise yakalanıp hizaya getirilmeye çalışılması ve kızın ayrılmaya karar vermesi. Zor koşullarda bir an bile ayrılmadan birlikte yaşamış olan babayla kızın ayrıldıkları sahnede baba ağlıyor, kızın gözü bile yaşarmıyor. Netflix’te üstüne para vererek izlediğiniz dizilerde de olduğu gibi, erkek zayıf, kadın güçlü. Gerçek dünyanın tam tersi…

Filmin üç yapımcısı, yönetmeni ve senaryo editörü kadın. Ne rastlantı…

 

 

Elle (2016)

Film, feminizmi ileri bir düzeye taşıyor. Filmin başkahramanı olan kadın kendisine tecavüz edilmesinden hoşlanıyor ve bu fantezisini keşfeden komşusuyla deyim yerindeyse bir “rızalı tecavüz” ilişkisine giriyor. Şeytan şurada ki, kadın bir noktada tecavüzü istememeye başlıyor. Adamın kafasına vurarak öldürüyor. İşlediği cinayet yanına kâr kalıyor çünkü “nefsi müdafa” yapmış oluyor. Böyle rezil bir öykü dinledikten sonra ne düşünmeliyiz? Tecavüzle rızalı ilişkinin arasını bulandırmanın amacı ne olabilir? Burada gösterilen şeyin, yani tecavüzün rızalı olabileceği düşüncesinin veya bunun bir cinsel oyun olarak makul bir şey olabileceği fikrinin doğal devamı, normal barışçıl ilişkinin de aslında bir tür tecavüz olabileceği fikri değil midir? Nitekim bugün Batı’da ve onu kıble edinmiş ülkemizde yüzbinlerce erkek, sonradan tepesi atan eski sevgilinin veya bir nedenle kötülük etmek isteyen bir kadının “bana tecavüz etti” iftirası yüzünden hiçbir fiziksel kanıt olmaksızın hapiste çürütülmektedir.

 

 

I, Tonya (2017)

1980’lerin madalyalı Amerikalı buz patencisi, rakibini sakatladığı için spordan men edilen ve uzun süre gündemde kalan Tonya Harding’in yaşamını konu edinen film. Senaryoda bir arıza yok ama gizli feminizm, 1980’lerden 2017’ye gelince Tonya Harding’in donunun anlaşılmaz biçimde küçülmesinde. Gerçek video kayıtlarıyla film karşılaştırıldığında bir kastın varlığı yadsınamaz.

Toplum içinde çıplaklık veya göreli çıplaklık eğilimi apaçık feminist bir davranıştır. Çünkü kadın, erkeğin işine ve kendisine olan dikkatini dağıtarak, onu DAVET EDEREK ve davete karşılık bulunca da TACİZ kartını oynayıp masuma yatarak onun üzerinde egemenlik kurmaya çalışır. Eşitlik değil, egemenlik. Bunu kimi zaman bilinçli, kimi zaman bilinçsiz yapar. Çünkü kadın da feminist aşılamanın hipnozu altındadır. Bütün uygar toplumlarda olduğu gibi çıplaklığını eşine saklamak yerine yabancılara sergilemek, toplumsal ahlak kurallarının üzerinde olmak iddiasından başka bir şey değildir. Kadının makul davranmayı reddettiği ve aşırılığı normalleştirdiği bir dünya cinsiyetler arası gerilimi tırmandırdığı için feminizmin cennetidir. İşte bu yüzden Harding’in donunun küçülmesi bir tasarımdır ve feminist aşılama içerir.

 

 

Devam Filmlerinde Erkek Düşmanlığı

Hollywood salgından önce senaryo krizine girmişti. Büyük bütçeli yapımlar eski filmlerin yeniden çekimlerine ve ne kadar eski olduğuna bakılmaksızın iyi bilinen filmlerin devam öykülerine yoğunlaşmıştı. Devam filmlerinde çok belirgin bir özellik, yüksek dozda feminizm eklenmesi. Sözgelimi Hayalet Avcıları’nı yirmi küsur yıldan sonra yeniden çekip aynı adla yayınladılar. Ama bütün erkek kahramanlar şişman ve çirkinlerin de içinde olduğu kadınlarla değiştirildi. Avcıların sekreteri olan zeki, sadık kadın karakter, aptal ve sakar bir erkekle değiştirildi. Filmin yüksek erkek düşmanlık dozu nedeniyle bolca yorum yapıldı. Bu duruma karşı feministler savunmaya geçerek bu filmin “gerçek bir feminizm” sergilemediğini söyleyerek kaçak güreştiler. Oysa erkek düşmanlığının bir doğru bir de yanlış sürümü yoktur. Hepsi de düşmanlıktır, ayrımcılıktır, cinsiyetçiliktir. Feministler aynı tutumu, yani ellerinde patlayan veya kendilerini sevimsiz gösteren girişimlerden uzak durma çabasını öbür feminist devam filmlerinde göstermediler. Çünkü pek çoğundaki erkek düşmanlığı “dozunda” olduğu için kalabalıkların dikkatini çekmedi. Bu ince vuruşları ancak konuya duyarlılık geliştirenler görebildi.

Terminator filmlerinin devamı olan Dark Fate /Kara Kader (2019)‘de yoğun bir düşmanlık görüyoruz. Önceki Terminator filmlerini bilenler için, yapımcı şirkette herhalde şöyle bir konuşma yaşandığını varsayabiliriz:

“Bir bakalım, kadın yapacak kim kaldı? Sarah Connor zaten kadın. Robotu da kadın yaptıydık. Geriye John Connor mı kaldı? İyi, onu da kadın yapalım! Star Wars’ın Luke Skywalker’ını, Hayalet Avcıları’nı, Men In Black’i kadın yaptılar. Bizim neyimiz eksik?”

Mad Max Fury Road (2015)‘da benzer bir durum var. Mad Max filmde ana karakter bile değil. Filmin ana öyküsü, bir erkek sahibin kadın kölelerinin özgürlüklerine kavuşmaları ve adamdan acımasızca intikam almaları.

Star Wars 7: The Force Awakens (2015) sanki feminist aşılama için özel tasarlanmış gibi duruyor. Başkahraman insanüstü yeteneklere sahip mucizeler yaratan bir kadın (Rey). Erkekler afallar, çuvallarken o hiç hata yapmadan kötülere dersini veriyor. Filmde hem eşcinsel hem farklı ırklardan bir çift de var.

 

2 Comments

  1. SRRSR AA

    Assassin’s Creed Valhalla oyununda karakterinizi erkek veya dişi seçebiliyorsunuz. İkisini karşılaştırmanızı tavsiye ederim. Dişi karakter neredeyse sakalsız bir erkek gibi görünüyor. Erkek değil, kadın değil; arada bir yerde… Tanınan Türk oyun eleştirmenlerinden biri de videosunda bu konuya dikkat çekmişti. Ayrıca oyuncular da bu ve benzeri durumlardan şikayetçi… Hatta bazı oyuncular eski oyunlardaki feminen karakterlerle yeni oyunlardaki feminist karakterlerin resimlerini yanyana koyup karşılaştırmışlar. Bariz fark var.
    The Last of Us Part II oyunundaki Abby karakterini inceleyin. Benzer durum…
    İnternette Gears 5 yazınca görsellerde bir kadın karakter çıkıyor. İnceleyin…
    Feminizmin etkisini bilgisayar oyunları camiasında da çokça görmeye başladık. Giderek dozu artıyor. Yukarıda bazı örneklerini verdim ama bunlardan daha çok var.
    Çizgi filmlerde de benzerlerini görüyoruz. Oysaki 2000’li yılların başlarındaki çizgi filmlerde bu tuhaflıklara rastlamıyoruz / daha az rastlıyoruz. 2004 yapımı Justice League Unlimited çizgi dizisine bakabilirsiniz. Batman, Superman ve Green Lantern gibi erkek karakterlerle Wonder Woman gibi dişi karakterleri karşılaştırınız.

    • Comment by post author

      feminizmnedir

      Oyunlarla ilgili değilim ama fark ettiklerimden biri, Overwatch’ta seçilebilen erkek karakterlerin biri veya ikisi dışındakilerin yüzü yok. Robot, hayvan vb. kılıktalar. Kadın karakterlerin hepsinin yüzü var.

Leave a Reply

Doğrulama *Captcha loading...

Pin It on Pinterest