Film incelemesi

Sinemada Örtülü Feminist Aşılama

Vallaha mı?

Bu yazıda inceleyeceğimiz filmler:

Titanic (1997)
Gladiator (2000)
Aquaman (2018)
Die Hard 2 /Zor Ölüm 2 (1990)
Die Hard 4 /Zor Ölüm 4 (2007)
Harley Quinn: Birds of Prey /Yırtıcı Kuşlar (2020)
Thelma ve Louise (1991)
Forrest Gump (1994)
Jack Reacher (2012)
Mummy /Mumya (2017)

 

Titanic (1997)

Çok kişinin izlediği bu filmdeki feminist aşılamanın farkında olan pek az kişi vardır. İrdeleyelim…

Filmin iki başkahramanından biri olan kadın (Rose) erkeklere üç kez kazık atıyor. Önce nişanlısını aldatıyor, sonra zina arkadaşının hırsız olduğunu inkar ederek onu koruyor, sonra da yine o arkadaşını buz gibi suda donarak ölüme terk ediyor. Rose kapının üstünde görece kuru ve sıcak kalabildiği halde Jack’e kapının üstüne dönüşümlü çıkmayı teklif etmiyor. Yani ölmek yine erkeğin görevi. Ama film boyunca kadının anlattığı bu berbat hikayeyi dinleyenlerin hiçbiri “Sen ne kalpsiz, vicdansız, ahlaksız birisin” demiyor. Tersine, sanki güzel bir aşk öyküsü anlatılıyormuş gibi hayran hayran dinliyorlar. Bu normalleştirme mesajı, filmdeki dinleyiciler üzerinden filmin izleyicisine de aktarılıyor.

Gemi batarken “Yeterli filika yok, yarısı ölecek” cümlesi kuruluyor. Kötü adam da bunu onaylayarak “İyi, demek ki yarısı ölmeyecek” diyor. Daha bir kaç saniye önce filikalar doldurulurken “yalnızca kadınlar ve çocuklar” denmişti. Yani film, erkekleri insandan saymıyor. Kadınların ve çocukların yarısı binebilecek iken bunu sanki insanların yarısı ölecekmiş gibi anlatıyor. Hani film yoksullarla zenginler arasındaki ayrımı eleştiriyor gibi yaparken (üçüncü sınıf yolcuların öleceğini ima ederken) aslında hepsi ölecek olan erkekleri insandan bile saymıyor. Bu sırada görevliye “bir beyefendiye yer var mı” diye soran tek kişi filmin kötü adamı. Yani makul, adil, mantıklı ve vicdanlı olan talep kötü adamın talebi oluyor. Kötü adam sonraki sahnede hakkı olan şeyi rüşvetle satın almaya çalışıyor. Bu sahnenin filmin senaryosuna hiç bir katkısı yok. Yani filme göre, erkeğin elinden alınan hakkını rüşvetle almaya çalışmak da ancak kötü adamın yapabileceği bir ahlaksızlık. Erkeğe hiç bir çıkış yolu yok, ölmeli, ölmeyi kabullenmeli ve ölmesi pahasına kadınlar yaşamalı.

Filikaya bindikten sonra arkaya bakıp geminin ikiye bölündüğünü izleyen kadınlar yalnızca dehşet içinde “tanrım” diyorlar ama filikadaki erkeğin vicdan azabı içindeki yüz ifadesi gösteriliyor bize. Çünkü kurtulamayıp sulara gömülen kadınlardan biri onun yerinde olmayı hak ediyordu filme göre. Kadın-erkek “eşitliğine” inanan bir erkeğin suçluluk duyması gerektiğini söylüyor film bize. Yahu eşit dediysek o kadar da eşit değil tabi. Erkekler eşit eşit ölmeye devam edecekler…

Rose, el işi bile bilmeyen bir prenses ama senaryo bu kadına erkek kahramanların işini yaptırıyor. Kadın baltayla kelepçeye hassas bir vuruş yaparak aşığını kurtarıyor.

Ne rastlantı, bu kadın aynı zamanda miras için zorla evlendirilen bir kadınmış. Gerçek dünyada bir erkek de tıpatıp aynı durumda kalabilir, kalıyor. Ama hiçbir film ve roman bu erkeklerin acısını anlatmıyor.

Ne rastlantı, bir sahnede Rose’un yardım istediği ama yardım etmeyerek kendi canını kurtaran kişi bir erkek. Ve Batı Avrupalı değil, Rus bir erkek. Hem erkeğe sövgü, hem Ruslara. Bir taşla iki kuş.

Ne rastlantı, gemi batarken koridorda kaybolmuş ağlayan çocuk için “onu bırakamayız” diyen vicdanlı kişi kadın (Rose), erkek (Jack) değil. Kurtardıkları çocuğun Slav kökenli gerzek babası ise çocuğu Rose’un şefkatli elinden alıyor ve ikisi de boğuluyor. Erkek işte, kafası basmıyor ne yapsın…

Geminin batarkenki harala gürelede Rose yere düşünce “yardım edeyim bayan” diyerek ona yardım eden erkeğe teşekkür etmiyor.

Filmin iyi adamı (Jack) başkasının nişanlısıyla yatıyor. Filmin iyi kadını (Rose) nişanlısına göstere göstere, belli ede ede aldatıyor, üstüne bir de yüzüne tükürüyor. Kendisine verilen sözün tutulmasını bekleyen, göstere göstere boynuzlanmayı sindiremeyen adam “kötü adam” oluyor. Filmin sadakat ve ahlak anlayışı bu.

En sonda sudakileri filikaya almayı teklif eden kişi bir kadın, filikanın taşıma kapasitesi aşılacağı için kadına karşı gelip onu öldürmekle tehdit eden ise acımasız bir erkek. Erkek değil misiniz…

 

Gladiator (2000)

Yirmi yıllık bu filmde büyük olasılıkla hiç feminist bir durum hatırlamıyorsunuz değil mi? Şeytan ayrıntıdadır. Kral, prensese “erkek olsaydın senden ne Sezar olurdu ama” diyor. Yani burada verilen mesaj, kadınların yönetici olma yeteneklerinin erkeklerden farklı olmadığı. “Hay Allah, Roma’nın yasasını yazan kadın düşmanı cinsiyetçi pislikler ‘yalnızca Roma yurttaşı erkekler Sezar olabilir’ diye bir yasa koymuşlar, uyacağız artık ne yapalım.” Feminist mesajı verdiğiyle kalmıyor ama. Bu ilkel yasa nedeniyle Sezar olamayan kadın imparatorluğa perde gerisinden yön vermeye çalışıyor. Zaten gerçek yaşamda bey, kral, padişah olamayan kadınların avantajı budur. Perde gerisinden iş çevirirler ve resmi bir yönetici sanlarının olmaması onlara biraz görünmezlik, biraz da dokunulmazlık sağlar. Çünkü olan bitenden sorumlu tutulamazlar. Feminist aşılamayla beyni sulanmamış herkes her çağın tarihinde perde gerisinden ülkelere yön vermiş, savaşlar çıkarmış, imparatorlukları bölmüş, yıkmış veya kurtarmış kadınların örnekleri olduğunu bilir. Hürrem örneği iyi bilinir. Şu veya bu düzende kadınların erkekler gibi yönetici olmamaları onların etkisiz eleman oldukları anlamına gelmez. Ama güncel basında, üniversitede, güncel politik söylemde, kitaplarda, kurgu edebiyatında ve eğlence ürünlerinde feminist bombardıman altında kalan körpe zihinler hiç olmayacak şeylere inandırılıyorlar. Gladyatör filmi, senaryosundaki bu cümleyle daha feminist bombardıman yoğunlaşmadığı 90’lı yıllarda, böylece kendine ayrılmış minik paya sahip oluyor.

 

Aquaman (2018)

Filmde Atlanna (deniz altı kraliçesi) adamdan güçlü. Adamın canını korumak için kendi özgürlüğünden vazgeçiyor. Yani gerçek yaşamda olanın tam tersi gösteriliyor. Baba zayıf ve kendini koruyamıyor. Anne işine gücüne bakıp ülke yönetirken evde çocuk büyütmek işi babaya kalıyor.

Karıcığım korkuyorum… Koru beni…

Kadının uzun boylu olması senaryo için gereksiz. Öperken adamın yüzünü tutuyor; gerçekte bunu erkekler yapar. Kadının adamı öperken hafif eğilmesi (özellikle kısa boylu adam seçmişler) ve adamın yüzünü tutması, görsel bir baskınlığa işaret ediyor.

Bunlardan daha önemli şu: Deniz prensesi, nişanlısı olan prensi aldatıyor. Film kadının bu ahlaksızlığını yüceltiyor.

 

Harley Quinn: Birds of Prey /Yırtıcı Kuşlar (2020)

Film baştan sona “erkekler pisliktir” kurmacasını doğrulayacak biçimde üretilmiş. Kostümden müziğe, diyaloglardaki sözcüklere, vurgulara kadar her ayrıntısı “mağdur kadınlar, zalim erkekler” sayıklamasının örneği. Hepsini tek tek yazmak da okumak da yorucu olur. En belirgin olanlarla yetinelim.

Harley Quinn, orijinal Batman çizgi romanında ve önceki Batman filmlerinde Joker’in yanında çalışan bir çete üyesiydi. Erkek patronun kadın işçisi… Feminizm aşılamak için bu fırsat kaçmazdı. Filmin adında “emancipation” sözcüğü var (tam Türkçesi; avcı kuşlar ve bir soytarının hayranlık uyandırıcı özgürleşmesi). Bu sözcük cinsiyet ayrımcısı feminist söylemde kadının özgürleştirilmesi (emancipation of women) teriminde kullanılan sözcük. Yani bu kadının bir erkek patronun altında ücreti karşılığında çalışmasının kölelik olduğu ima ediliyor. Harley Quinn aynı zamanda Joker’e gönül vermiş. Yalnızca bu filmde öğreniyoruz ki, Joker’in pek çok başarısının ardındaki beyin oymuş meğerse, bak Allah’ın işine. Ama erkek değil misiniz, hepiniz aynısınız… Joker tebrikleri hep kendi kabul etmiş, “akıl hocam Harley’dir” deyip da ona minnet duymamış. Hatta onu evden kovmuş. “Bir kadının bir erkeği sevmesi kendini alçaltmasıdır” demiş oluyor film.

Böylelikle Harley Quinn kendi işini (çetesini) kuruyor, şirket yöneticisi oluyor. Çokkültürcülük aşılamak için de çetesi Birleşmiş Milletler gibi olmalıydı. Öyle de yapmışlar. Çete Laz fıkrası gibi, bi beyaz, bi zenci, bi meksikalı ve bi uzakdoğuludan oluşuyor. Ama çetenin hepsi kadın ve filmde bol bol erkek dövüp öldürüyorlar. Kötü karakterlerin hiçbiri kadın değil.

Babası Harley’i küçük yaşta terk etmiş. Anası değil, yalnızca babası. Çünkü böyle şeyleri çoğunlukla erkeklerin yaptığına inanmamız isteniyor, istatistikler tersini söylese de.

“Adı: Sionis Derdi: Vajinasının olmaması.” Feministlerin paralel evreni, kadın (üstün yaratık) doğmadığı için hayıflanan erkeklerle (alçak yaratık) dolu.

Harley ev hayvanı mağazasında bir hayvan beğeniyor. Mağazacı “her türlü ödemeyi kabul ederim” diyerek Harley’e sarkıyor. Harley bu erkeği öldürerek ona adil bir ceza veriyor.

Barda kendisine “sürtük” diyen adamın iki bacağını kırarak ona da adil bir ceza veriyor. Bir dakika, 8 Mart’ta istiklalde “biz sürtüğüz” diye yürüyen kadınlar kadın haklarını savunmuyorlar mıydı? Kafam karıştı…

Harley barda içkiyi fazla kaçırıyor. Ama Harley’e içki ısmarlayan adam sarhoş olmuyor. Hep böyle oluyor yahu nedense? Acaba erkekler alkole daha mı dayanıklı alkole? Acaba kadınlar daha mı dikkatli içmeliler? Yok yok, bu cinsiyetçi düşüncelerden arınalım! Neyse, adam yarı-baygın Harley’i arabaya bindirmeye çalışırken olayla ilgisiz bir kadın adamı dövüp Harley’i kurtarıyor. Eğer izlerseniz dikkat edin, bu sahnede Harley adama direnmiyor, oynaşıyor. Harley pekâlâ direnebilir ama adama güç yetiremeyebilirdi ama sahneyi özellikle öyle yapmamışlar. Yani bir erkeğin sarhoş ve direnmeyen bir kadını götürmeye çalışması kötü ama bir kadının ne kadar içeceğini bilmemesi, toplum içinde kendinden geçecek kadar sarhoş olması iyi, öyle mi? Onunla birlikte içen erkek kendini biliyor, kontrollü içiyorsa bu da mı erkeğin suçu? Filme göre evet.

Adamla birlikte olmak istemeyen bir kadına benziyor mu?

Kadın polis detektifi Montoya (“taşaklarımı bunun için tıraş ettim” yazılı tişörtle geziyor) da aynı Harley gibiymiş. Vakaları hep o çözüyormuş ama takdiri hep erkek polisler alıyormuş. Hangi gezegense artık burası…

Bu “özgür, güçlü, bağımsız” kadınların lezbiyen olduklarını eklemeye gerek var mı?

“Oğlanların sana saygı duymasını istiyorsan bir şeyleri havaya uçur, birini vur. Hiçbir şey bir adamın ilgisini kaba kuvvet kadar çekemez.”

Aşk ruletindeki üçüncü çifte dikkat edin.

 

Thelma ve Louise (1991)

Erkek düşmanlığının başyapıtlarından. Sinemalarda gösterildi, Türk televizyonlarında defalarca gösterildi.

İki kadın arkadaştan biri, arkadaşını tecavüzden kurtardıktan SONRA adamı vuruyor ve sonra kaçıyorlar. Arkadaşını kurtarmak için vuruyor değil. Burası önemli. Adamı hakaret ettiği için öldürüyor. Kaçmayıp polise gitmeyi öneren arkadaşını da şöyle paylıyor: “Gece boyunca yanak yanağa dans ettiğinizi herkes gördü, sana kim inanır? Böyle bir dünyada yaşamıyoruz Thelma.” Yani demek istediği, bu durumun bu dünyanın bir arızası olduğu. Demek istediği arıza şu: “Evli bir kadın olarak müşterilerin çoğunun karşı cinsten biriyle tanışmak için gittiği içkili müzikli loş bir eğlence mekanında tanımadığın bir adamın kuruna kurla karşılık verebilir, onunla sarmaş dolaş dans edebilirsin. Evli olduğun halde dilediğin erkekle oynaşabilirsin. Bu dünyanın arızası, bu adamla sevişmek istememeni olası görmemesidir.” Gerçekte arıza bu mudur? Yoksa arıza, evli bir kadının yabancı erkeklere kur yapması ve oynaşması mıdır? Ve üstüne dakikalardır oynaştığı erkeğe son dakikada vermekten vazgeçtiğini söyleyerek onunla alay etmek midir? Feministlere göre birincisidir. Feministlere göre ikincisi teklif bile edilemez; bunu sormak bile iğrenç bir kadın düşmanı olmanıza yeter.

“Hınca hınç kamyoncu dolu lokanta ve barlarda mola vermek istiyoruz. Özgür güçlü ve bağımsız değil miyiz kardeşim? Size ne?”

“Parmağımda alyansla elin adamıyla yanak yanağa dans da ederim, kur da yaparım, azdırır azdırır bırakırım, kime ne? Çekilin kenara, ben kadınım!”

Nitekim ilerleyen sahnede Louise, kurtardığı arkadaşına bu tatsız olayın eğlenceye doymak isteğinin sonucu olduğunu ima edince bozuluyor. “Yani bu benim suçumdu, öyle mi” diyor.

Filmin genelinde Louise, Thelma’nın kocasından nefret ediyor ve karısının önünde ondan domuz diye söz ediyor. Thelma’nın kocası sık sık eve geç gelen ve karısı evdeyken dışarıda zaman geçiren biri. Buna rağmen Louise, onun karısını aldattığını bilmiyor, adamı yalnızca sanıya dayanarak aşağılıyor. Film Louise’i eleştirmiyor, onu bize iyi bir arkadaş olarak gösteriyor. Arkadaşının kocası hakkında arkadaşını dolduran, fitneleyen binlerce kadının olduğunu biliyoruz. Sorun, bu kadınların yaptığı şeyi eleştiren neredeyse tek bir popüler film olmayışı.

Üstte: Önüne kırdıkları adam arkasına dönüp “önüne baksana g*t!” diyor. Bunu da mı erkeklerin öküzlüğü hanesine yazıyoruz, sayın senarist? Altta: “Ne bakıyon?” Adamın gözünde güneş gözlüğü var, sana baktığını nereden biliyorsun? Ha, doğru, sen kadınsın, dünya senin çevrende dönüyor. Ayrıca bir kadına onun iznini almadan bakmak yasaktır tabi. Öğrenemedik gitti. Öküzlüğümüze verin sayın hanımlar.

Yolda Thelma’nın acıyıp arabaya almasını istediği otostopçu bile Thelma’nın kocasının gerçek bir g* (“asshole”) olduğuna karar verebiliyor, kendisine verilen şu kadarcık bilgiyle: Genç evlendiler, adam henüz çocuk istemiyor ve söylediğine göre Thelma’ya ondan başka erkek dokunmamış. Sanki evlenmeden önce belli sayıda adamın yatağından geçmesi gibi bir gereklilik varmış gibi. Sanki zorla evlendirilmiş gibi. Otostopçu, feminizmin bize öğrettiği iyi erkek tipi oluyor, beyaz atlı kılıbık prens.

Az önce oynaştığı ve her türlü olumlu sinyali verdiği adamın tecavüzünden son anda kurtulmuş olan Thelma, bulduğu ilk fırsatta otostopçuyla oynaşmaya başlıyor, sonraki fırsatta ilişkiye giriyor. Hani bu kez son saniyede “Dur oğlum, dur bakiyim, otur!” komutu vermemesi yalnızca kendi seçimi. Sonuçta evli ama “özgür, güçlü ve bağımsız” bir kadın. Dilediği adamla dilediğini yapabilir. Ne demişti kocasına telefonda: “Sen benim kocamsın, babam değil.” Film, kısa sürede önüne gelen iki fırsatı da “değerlendiren” bu kadının yıllardır kocasına sadık olduğuna inanmamızı bekliyor. Sadakati boşunaymış. Çünkü kocası yatakta pek de iyi değilmiş ama otostopçu çok iyi çıkmış. Louise (iyi arkadaş) sonunda kocasını aldatabildiği için “çok mutlu oldum” diyerek Thelma’yı kutluyor! Bu sahneden Thelma’nın kocasıyla arasındaki olayların mahremeini uzun süredir Louise’e olduğu gibi anlattığını anlıyoruz. Film, “özgür güçlü ve bağımsız” bir kadının evin mahremini arkadaşlarıyla paylaşması gerektiğini öğretiyor bize. Bu kutlamanın hemen arkasından otel odasında yalnız kalan otostopçu, Louise’in parasını çalıp kaçıyor. Ulan biz de adam sandıydık onu. Erkek değil misiniz, hepiniz domuzsunuz.

Louise’in erkek arkadaşıyla ilişkisi de feminist pencereden gösteriliyor. Louise, arkadaşından bankadaki parasını göndermesini istiyor. Erkek arkadaş yardım isteğine kusursuzca yanıt veriyor. Yalnız parayla birlikte kendisi de elinde bir çiçek ve yüzükle geliyor. Louise pek hoyrat ve yüzsüz. Birincisi, sevgilisinin ne olup bittiği sorusuna yanıt vermiyor. İkincisi, elinde yüzükle gelen adama “seni aldattığımı düşündüğün için geldin” diyor. Louise bu adama telefonda “Beni seviyor musun?” diye sormuş ve “evet” yanıtının tereddütlü gelmesine bozulmuştu. Bağışlanamaz bir suç, değil mi?

Polis teşkilatının cinayeti çözmeye ve şüpheli ikiliyi yakalamaya çalışan erkek üyeleri de domuzmuş, ne sürpriz. Thelma’nın kocasına eğer Thelma ararsa güzel konuşmasını ve onu özlediğini söylemesini söylüyorlar. “Kadınlar bu boku/saçmalığı severler” diyorlar (“women love that shit”).

Filmin Oklahoma başta olmak üzere ABD’nin güney denen bölgesinde geçmesi de önemli. ABD’de liberaller kuzeyde, doğu kıyısınde ve batı kıyısında yoğunlaşırlar. Hollywood, güneyi her fırsatta aşağılaması gelenekselleştirmiştir. Bunun nedeni muhafazakarlığın ve hükümet karşıtlığının güneyde hala güçlü olmasıdır. Eşcinsellik karşıtlığı, feminizm karşıtlığı, çokkültürcülük karşıtlığı, bireysel silahlanma savunuculuğu, kilise bağlılığı güneyde güçlüdür. Hepsi de liberallerin ortadan kaldırmak istedikleri fikirlerdir. Yahudi karşıtlığının en güçlü olduğu yerin güney olması da cabası (Hollywood’un sahibi Yahudilerdir). Nitekim Thelma’nın yaptığı market soygununun video görüntüsünü izleyen domuz polisler ve Thelma’nın domuz kocası hayretlerini şu sözcüklerle dile getiriyorlar: “Yüce İsa, anam, Tanrı’m, rabbim.” Çünkü filme göre yalnızca domuzlar Allah’a inanırlar. Kadınlara saygı göstermeyi öğrenmiş olan uygar erkekler böyle hurafeleri aşmışlardır.

Önemli bir ayrıntı olarak yoldaki kamyoncuların bu iki kadının kadın başlarına üstü açık bu cici arabada ne yaptıklarını merak ederek anlamsız biçimde korna çaldıklarını ekleyelim. Erkek değil misiniz, bir rahat vermezsiniz. Yine önemli bir ayrıntı olarak bir mola yerinde bir adamın bir sahnede yokuş yukarı bir kamyonu sollamak isterlerken sürücü geç işareti yapıyor. Ama kamyonun çamurluklarındaki kadın silueti çıkartmalarını görünce adamdan tiksiniyorlar. Bu çıkartmaları kullanan erkekler kadınlara saygısı olmayan birer pislik olmalı (yani bütün kamyon şoförleri). Aynı şoförün bunlara cinsel çağrışımlı bir takım jestler yapması da onun domuzluğundan olsa gerek. Dünyanın en yorucu ve zor işlerinden birini yaparak ailesinden uzakta, namusuyla para kazanmaya çalışıyor olması, sıkıcılığı kıran anlarda böyle minik aşırılıklar yapmasını haklı çıkarmaz elbette. Erkek değil misin, kaderine razı olup robot gibi, eşşek gibi çalışacak ve kadınlara hizmet edeceksin. Mağdur kadınlarımız bu pis domuzla üçüncü karşılaşmalarında domuzu sevişmeye davet ediyorlar. Domuz şoför parmağındaki alyansını çıkarıyor ve neşe içinde kadınların yanına gidiyor. Az önce içlerinden birinin kocasını aldatmasını kutlayan mağdur kadınlarımız adama ahlak vermeye başlıyor ve yaptığı cinsel içerikli jest için özür dilemesini istiyorlar! Dilemeyince adamın akaryakıt kamyonunu havaya uçurarak dersini veriyorlar. Filmin bu ada kadarki tonundan, orijinal senaryoda adamı vurduklarının yazılı olduğunu ama bunun fazla sert bulunduğu için değiştirilmiş olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki kamyonu uçurmak bile fazlasıyla ağır ve uygunsuz bir ceza. Kamyonun renginin siyah olması gözümüzden kaçmıyor; kötülüğün rengidir.

Son sahnede polis tarafından sarılmış durumda iken kadınlar arabayı uçurumdan aşağı sürerek ölümü seçmeden önce vicdanlı Oklahoma polis şefinin Teksas polisine söylediklerini dinliyoruz: “Silahlarınızı onlara  doğrultmayın. … Bu kadın daha kaç sille yemeli?” Kadın olmanın ne zor olduğunu öğreniyor, erkekliğimizden utanıyor, bu ahlak timsali analarımıza saygı duruşuna geçiyor ve ömrümüzün kalanında kadınlara secde etmeye karar vererek filmi bitiriyoruz.

 

Forrest Gump (1994)

Titanic gibi çok kişinin izlediği ama feminist aşılamanın hipnozunda olanların erkek düşmanlığını göremediği bir film. Kadın otuz yıl boyunca zihinsel özürlü adamı istismar ediyor. Cinsiyetlerin yerini değiştiriverin bakalım, nasıl bir film olurdu acaba?

İnandım.

 

Jack Reacher (2012)

Irak’ta paralı askerler bir sürü kadına tecavüz etmişlermiş. Aralarında 11 yaşında olanı da varmış. Bir keskin nişancı kiralayıp bu alçak adamları öldürmesi isteniyor. İzleyicinin vicdanı tecavüzcülerin ölümü hak ettiklerini düşünmeye zorlanıyor.

Filmdeki ikinci feminist aşılama, keskin nişancının kentte öldürdüğü beş kişinin dördünün kadın olması. Avukat, yaptığı araştırmayla her birinin ailesiyle görüşüyor. Her beş maktul kendi halinde yaşayıp giden masum, temiz insanlar olarak gösteriliyor. İzleyicinin vicdanı maktullere üzülmeye zorlanıyor. Gerçek hedefleri gizlemek amacıyla rastgele öldürülen bu beşinden dördünün kadın olmasının senaryoya hiç bir katkısı yok.

Üçüncü feminist aşılama, Jack Reacher’ı dövsünler diye tutulan serseri takımındaki kız (Sandy) hakkında Reacher’ın söyledikleri. Kız 100 dolar karşılığında Reacher’ın masasına sormadan oturuyor, sonra sudan bir kavga çıkarıp “bana orospu dedi” diye iftira atıyor. Sonra utanmadan mağdura yatan kıza Reacher “tatlı bir kızsın” diyor. Kız daha sonra Alman çete tarafından öldürülünce de “tatlı bir çocuktu” diyor. Neden tatlı? Ahlaklı veya masum veya terbiyeli olduğu için mi? Hayır; kız bunların hiçbiri değil. Senarist, yüzünün ve bedeninin güzel olmasının bir kadının kötülüğü hak etmediğini söylemeye yettiğini düşünmemizi istediği için.

Adamın masasına izinsiz oturuyor. Adam kızın masasına izinsiz otursa nasıl olurdu?

“Komiklik yaptığını mı sanıyosun sürüngen?” Film boyunca önüne gelen adamı döven Reacher’ın hakaret de etse kendisine elini sürmeyeceğini bilmenin rahatlığı içinde.

Dördüncü feminist aşılama filmin sonunda. Jack Reacher, bindiği otobüste yanındaki kadına (büyük olasılıkla karısı) bağıran ve onu ağlatan (oov, ne büyük suç!) adamı bir güzel döverek ona haddini bildiriyor. Bu sahne öykü bittikten sonra gösteriliyor, yani öyküye zerre katkısı yok. Belli ki son biçimini almış senaryoya yapılmış bir yapımcı rötuşu.

Bu filmde Jack Reacher bir düzine kadar adamı hastanelik ediyor, bir kaç adamı öldürüyor, yedek parça satıcısı gibi bir kaç masum adamı da dövmekle tehdit ediyor. Ama kendisine kötülük edenler dahil tek bir kadına sesini yükseltmiyor, elini kaldırmıyor, kötü söz söylemiyor. Yani tam kıvama gelmiş bir feminist erkek; bir budala; bir kılıbık. Erkeklerden başkasına diş geçir(e)meyen bir beyaz atlı şövalye.

 

Mummy /Mumya (2017)

Mısır’ın erkekleri dövebilen bir prensesi var. Erkek kardeşi doğunca yasaya göre veliahtlık oğula geçiyor. Prenses iktidarı kaybedince kıskançlıktan bebek kardeşini öldürüyor. Film bunu “intikam” diye anlatıyor! Neyin intikamı olabilir diye düşünüyoruz, ortada bir kötülük yokken. Neyin intikamı olduğu belli, “erkek egemen” yasaların, “ataerkilliğin” intikamı…

Filmin utanmaz erkek düşmanlığı bu kadarla bitmiyor. Uçak düşerken Tom Cruise uçaktaki tek paraşütü kadına verip kadının canını kurtarıyor ve kendisi ölmeyi seçiyor. Çünkü Titanik filmi bizi eğitmişti, hatırlayalım, erkekler kadınları ölme pahasına diri tutmalıdırlar. Çünkü onlar değersiz pislikler, kadınlar ise kendilerine hizmet edilesi tanrılardır.

 

Die Hard 2 /Zor Ölüm 2 (1990)

Uçakta yoktan sorun çıkaran gıcık bir adam, yakınında oturan kadını hostese işaret ediyor, kadının hakkında mahkeme kararı olduğunu ve kendisine 50 metreden fazla yaklaşamayacağını söylüyor: “Bu kadın bana saldırdı ve insanların içinde beni küçük düşürdü.” Hostes adama yerini değiştiremeyeceğini söyleyip kadının yanına gidiyor ve adama ne yaptığını soruyor. Kadın, adamın dişini kırdığını söylüyor. Hostes zevke geliyor ve kadına şampanya ikram ediyor. Şimdi cinsiyetleri değiştirelim, yerinin değiştirilmesini isteyen kişi kadın olsun, öbür yolcu ve hostes de erkek olsun. Gülümseyerek “kadının yalnızca dişini kırdım” diyen bir yetişkin erkek ve bunu sevinç ve alayla karşılayan bir erkek kabin görevlisi getirin gözünüzün önüne. Yoruma gerek var mı?

 

Die Hard 4 /Zor Ölüm 4 (2007)

Filmde iki kadın karakter var: McLane’in (Bruce Willis) kızı ve terörist grubun şeflerinden biri olan Çinli. İkisi de korkusuz, erkeklerle kıyasıya baş edebilen kadınlar. Erkek karakterlerin içinde ise korkak, şaşkın olanlar da var, gerçek yaşamdaki gibi. Başrol karakteri McLane böyle değil elbette. McLane nankör karısı tarafından terk edilmiş, nankör kızı tarafından sevilmeyen ve aranmayan, nafaka ve ev ipoteğiyle boğazına dek borca batmış, yapayalnız bırakılmış ama tam da feministlerin talep ettiği gibi bütün bunları sineye çekmiş bir adam. Kendisine yapılan muameleye katlanıyor, görevine sadık ve morali yüksek. Feminist dünyanın bir erkekten beklediği gibi davranmalı ve her türlü haksızlığa karşın susmalı ve kaderine razı olmalı. Dizinin önceki bölümlerinde McLane’i evli bir adam olarak da görmüştük. Yani böyle bir filmin duygusal gerilimini ve heyecanını sağlamak için başrol erkeğinin itilip kakılmış olması gerekmiyor. Ancak feminizm politikada, üniversitede, basında olduğu gibi eğlence sektöründe de yükseliyor. İlk filmden bu yana geçen 19 yılda feminizmin dozunun artırıldığını görüyoruz.

Leave a Reply

Doğrulama *Captcha loading...

Pin It on Pinterest